Kolektif terör, yapısı gereği birden fazla terör örgütünden oluşmakta ve siyasi, ekonomik, istihbarat, mühimmat, silah, propaganda, eğitim ve finans başta olmak üzere farklı ülkeler tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak beslenmektedir.
Ülkemiz çok zorlu, çok çetin aynı zamanda çok çetrefilli bir kolektif terör-terörizmle karşı karşıyadır. Bu denli kaotik bir yapının elbette derinliği ve çözümü de zorlaşmaktadır. Gerek bölgesel gerekse de Türkiye’nin güvenliği hatta egemenliğine tehdit oluşturacak politikalar ne yazık ki küresel güçlerin stratejilerine tam uyumlu ve bağlılıkla sürdürülmektedir.
Dünya bir büyük değişim içerisinde ve bu değişimin üssü Ortadoğu’dan Asya’ya kaymış olsa da gerek ülke gerekse bölge olarak Türkiye merkezli tehdit ve sıcak çatışmalar sürmektedir. Bu değişimle birlikte küresel hegemonya mücadelesi; küresel hegemonyasını devam ettirmek ve küresel/bölgesel güç olma eğilimindeki ülkeler arasında bir büyük mücadele/çatışmalar gerçekleşmekte olup; Türkiye de bu mücadele/çatışmaların merkez üssü konumunda yer almaktadır.
Bu mücadelenin içerisinde ABD-İngiltere, AB-Almanya ve Fransa ile birlikte Rusya Federasyonu, İran ve İsrail ile uzaktan da olsa ekonomik anlamda gelişimini devam ettiren yükselen güç Çin bulunmaktadır. Tüm bu gelişmelerle birlikte ülkemiz, özellikle “müttefik” ya da “stratejik ortak” tanımıyla vurgulanan ülkeler ve onların peykleri tarafından bir kolektif terör saldırılarıyla karşı karşıyadır. Bu anlamda dünyayı ve yeni değişim, bölüşüm ya da paylaşım gelişmelerini okumakta geç kalan ülke yöneticilerimiz; Suriye özelinde Ortadoğu genelinde, kolektif terör-terörizme karşı çok cepheli ekonomik, siyasal ve askeri alanlarda mücadele vermek durumunda kalmaktadır.
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ön plana çıkmaya başlayan devlet dışı silahlı aktörler ve terör örgütleri, küresel sistemde ve güvenlik meselelerinde daha fazla sorun teşkil etmeye başlamıştır. ‘Arap Baharı’, gerek Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir jeopolitik alanda yeni istikrarsızlıklara ve çatışmalara yol açmış gerek uluslararası sistemi gerekse de bölgesel dengeleri etkilemiştir. Zayıf/Başarısız devletlerin artmasıyla etnik ve dini grupların da aralarında bulunduğu birçok aktörü bir yeni güvenlik arayışına yönlendirmiştir. Zayıf devletlerin başarısız olması, devlet dışı silahlı aktörleri resmi devlet egemenliğinden ayrı yapılara dönüştürmüştür.
Uluslararası sistemin anarşik yapısı, devlet dışı silahlı aktörleri tıpkı devletler gibi kendi kendine yetebilme (self-help) ilkesini takip etmeye ve hayatta kalmaya (survive) iter. Merkezi otoritenin çökmesi ile birlikte yerel gruplar veya devlet dışı silahlı aktörler devlet davranışları sergilemeye veya dış çevre ile (diğer aktörlerle) ilişki kurmaya başlarlar. Devletler için geçerli olan güvenlik ikilemi, devlet dışı silahlı aktörler ve terör örgütleri için de geçerlidir. Başka bir deyişle devlet dışı silahlı aktörlerin, terör örgütlerinin ve devletlerin bir arada bulunduğu bu ortam kolektif terörü ve kolektif terörizmi doğurmuştur.
Soğuk Savaş sonrası dönemden itibaren günümüze kadar devlet dışı silahlı aktörlerin sayısında, gerek kapasite gerek yarattığı etki açısından büyük bir değişim yaşanmıştır. Özelikle 11 Eylül saldırıları sonrası yaşanan Afganistan ve Irak işgalleri, silahlı grupların zayıflamasından ziyade etkilerini genişletmelerine yol açmıştır. El Kaide, IŞİD, bölücü terör örgütü PKK/YPG gibi silahlı aktörler toprak hâkimiyeti elde ettikleri gibi etkin oldukları bölgelerde, siyasi ve mali desteklerini aldıkları devletler sayesinde merkezi otoriteye meydan okurken zayıflayan otorite karşısında da egemen aktör refleksi sergilemektedirler.
Devlet dışı silahlı aktörlerin artan etkinliği, uluslararası sistemin yapısını etkileme ve dönüştürmeye yönelik evirilmiştir. Devlet dışı silahlı aktörler rasyonel hareket ederek devletlerle işbirliği yapmaları veya çatışma süreçlerine katılmaları konumlarına etki edebilmektedir. Özellikle IŞİD, Hizbullah, Haşdi Şabi, PKK/YPG denetimini sağladıkları alanlarda kurdukları yapı ve kurumlarla devletleri taklit edebilmekte veya çatışma dinamiklerine etki edebilmektedirler. Yine bu tür aktörler rasyonel hedefler belirleyerek işbirliğine girdiği örgüt ve destekleyen ülkelerle hedeflerine ulaşmaya veya varlığını korumayı sürdürmektedir. Bugün için devlet dışı silahlı aktörler, güvenlik mimarisinde önemli bir aktöre dönüştükleri gibi küresel/bölgesel temelde sistemin yapısını da değiştirebilmekte; dolayısıyla kaçınılmaz olarak kolektif terör-terörizmi yaratmaktadır.
Terörizm çalışmalarında kolektif terör ve terörizm kavramı, ülkemiz de dâhil olmak üzere üzerinde çalışılmayan; özellikle batı yazınında kabul görmeyen bir kavram/konudur. Oysa kolektif terör-terörizm, kavram ve teori boyutuyla ele alınması yeni olmakla beraber; tarihsel açıdan özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren ülkemize yönelik şiddetini artırarak günümüze kadar gelmiş ve devam etmektedir.
Türkiye; temelde birlik içinde olmayan veya yakın olabilecek ideolojilerin üst yönetimlerinin ortak hedef/amaç doğrultusunda bir araya gelmesi olarak açıklanabilecek kolektif terör-terörizmle yüz yüzedir. Birden fazla terör örgütünün, ortak çıkarları gereği birlik ve beraberlik içinde hareket ederek ülkemizin anayasal düzenini ortadan kaldırmak için şiddet, korkutma ve terör gibi demokratik olmayan yöntemlerle uluslararası ve iç hukukta sayılan anayasal suçları işlemektedirler.
Bölücü terör örgütü ve uzantıları, Irak ve Suriye'nin kuzeyinde birlikte hareket eden farklı ideolojilerdeki örgütlerle ortak çıkarlar doğrultusunda ortak hedef gördükleri ülkemize karşı kolektif terör eylemlerine girmektedirler. Gerek Irak’ın gerekse Suriye’nin kuzeyinde temelde farklı ideolojik güdülerle hareket eden terör örgütlerinin özellikle PKK/YPG şemsiyesi altında birleştikleri ve ortak eylemlerde bulundukları izlenmektedir.
Terör ve Terörizmin Tanımlan(ma)ması Sorunu
Terör-terörizm kavramları farklı anlamlar içermektedir. Terörizm çalışmalarında şimdiye kadar 150’nin üzerinde terör kavramının olduğu tespit edilmiştir. Bir kavram üzerinde bu denli çok ve çeşitli tanımlama yapılmasının ve genel kabul gören ortak bir tanımın yapılamaması belki de yapılmak istenmemesinin en temel sebeplerinden biri; terör ve terörizmle mücadele adı altında bu durumdan nemalanan devletlerin çıkarları yatmaktadır. Çünkü terörden mustarip olmuş pek çok ülke varken, terör-terörizm ulusların, ülkelerin, uluslararası sistemin ve iş dünyasının gündeminden hiç düşmüyor ve her geçen gün ana gündemi meşgul ediyorsa; tüm bunlara rağmen uluslararası sisteme nizam verme, küresel ve bölgesel güç mücadelesinde olan ülkeler ortak bir tanımda birleşemiyorsa işte orada terör-terörizmden istifade eden çıkarcı güçler vardır.
Terör kelimesi etimolojik olarak Latince kökenlidir. Kavram olarak ilk kez 1789 Fransız İhtilali ile birlikte kullanılmaya başlanan terörizm; Latince kelime anlamı olarak “korku ile yönetmek” anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti'nde terör şu şekilde tanımlanır: “Terör, güç ve şiddet kullanarak; baskı, yıldırma, tehdit veya yıldırma yöntemlerinden biri ile Cumhuriyet Anayasasında belirtilen niteliklere sahip, siyasi, hukuki, sosyal, lâik ve ekonomik düzeni değiştirip devletin bölünmez bütünlüğünü bozmaya veya zaafa uğratmaya; Cumhuriyetin mevcudiyeti tehlikesine, devlet otoritesinin zayıflığına veya devletin temel hak ve hürriyetlerini yok etmeye veya fethetmeye, iç ve dış güvenliği, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmaya yönelik kişi veya kişilerce üstlenilmesi. Herhangi bir suç teşkil eden fiili ortadan kaldırmak amacıyla örgüt kurmak .”
Terörün; ülkemizdeki bu resmi tanımına ek olarak daha genel ve basit bir tanımını şu şekilde ifade etmek mümkündür. “Terörizm, belirli bir ideolojiye sahip bir grup insanın, belirli bir konu üzerindeki hedef grubun davranışlarını değiştirmek veya belirli siyasi amaçların düşüncesini değiştirmek amacıyla, kasıtlı ve isteyerek gerçekleştirmesi, özellikle toplumdaki sivillere yönelik kargaşa ve şiddet amaçlı propaganda eylemleri korkusu yaratma amacıdır” . Bu tanıma göre terörün en önemli amaçlarından birinin toplumda korku iklimi yaratmak olduğu görülür. Terör örgütleri siyasi amaçlarına ulaşmak için bir anlamda sindirme politikası gütmekte ve şiddet eylemleriyle toplumu ve devleti ulaşılmaz kılmayı amaçlamaktadır.
Teröristler çoğu zaman “zaten (devleti) öldürür” diyerek kendilerini devlete benzeterek uyguladıkları şiddeti meşrulaştırmaya çalışırlar; devlete karşı sözde onurlu bir mücadele verdiklerini iddia ederler. Örneğin 19. yüzyılda yaşamış ve terörizm teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen Heinzen'e göre öldürmek, siyasi amaçlara ulaşmak için bir zorunluluktur. 1848'de Avrupa'daki devrimci ve kurtuluş hareketlerinin çok daha vahşi ve sert olması gerekirken, kitle imha silahlarının (KİT) kullanılmasının binlerce insanı bir anda öldüreceğini savunan Heinzen'in uygulamak istediği şiddeti meşrulaştırdığı açıktır . ...öldürmek suçsa herkese yasak olmalı, suç değilse ve bazı güçler öldürme hakkını kullanabiliyorsa bu herkese açık bir hak olmalı. Muhaliflerimiz (devlet güçleri) bizi öldürmeyi ayrıcalıklı bir iş hatta kahramanlık olarak görüyorsa bizim de aynı şekilde misilleme yapma hakkımız var. Üstelik terör uygulayarak, savaşlarda olduğundan daha az masum insanı öldürerek çıkarlarımızı elde etmeye çalışıyoruz, çünkü herhangi bir terör eyleminde, savaşlarda olduğu kadar, insanlar ölmedi ve ölmeyecek .
Devlet, belli bir toprak parçası üzerinde şiddet uygulama yetkisine sahip tek egemen güçtür ve meşruiyetini milletinden alır. Devletin izin vermediği bir gücün devlet sınırları içinde şiddet kullanması mümkün değildir. Aksi takdirde birileri kendi yöntemlerinin haksız olduğunu iddia ederek cezalandırmaya kalkışabilir ve bu da toplumda kargaşaya, adaletsizliğe ve düzensizliğe neden olur. Zaten terör örgütlerinin de istediği tam olarak budur. Teröristler, bu kargaşa ortamını yaratmak için devlete meydan okumak ve sözde ideallerini gerçekleştirmek isterler. Ancak terör, bireylerde büyük ölçüde korku ve kin uyandıran bir eylemi ifade ederken, terörizm; siyasi amaçlarla hukuka aykırı olarak mevcut durumu değiştirme yöntemi olarak sistematik ve sürekli terör eylemlerinin benimsenmesi durumunu ifade eder. Terör, şiddet içeren terör eylemlerinin gerçekleştirilmesi olarak görülürken, terörizm; eylemin kendisinden çok eylemi harekete geçiren bir ideoloji olarak görülmektedir. Terörün bu ideolojik yönünün, terör örgütü mensuplarını öldürme, nefret etme, toplumu ayrıştırma, parçalama ve şiddet eylemleri gerçekleştirme ve yayma motivasyonunun da kaynağı olduğu söylenebilir.
Terörün Ana Bileşenleri ve Terörizm
Terör ve terörün temel unsurları birbirinden farklı değerlendirilebilir. Öncelikle bir eylemin terör eylemi sayılabilmesi için "ideoloji, örgütlenme ve eylem" unsurlarının bir arada olması gerekir. Burada ideoloji, siyasi bir hedefe ulaşma hedefini içerir . Örgüt, bu siyasi amaca ulaşmak için örgütlü hareket eden grup; eylem şiddet içeren hukuksuzluğu temsil eder . Örneğin bir eylemde bu üç unsurdan herhangi bir ideoloji yoksa bu eylem mafya tarzı çıkarlar için işlenen organize suç olarak değerlendirilebilir. Eylemde örgüt unsuru yoksa bu eylem kişinin kendi ideolojik görüşünün ürünü olan bir suç olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla bu üç unsurun aynı anda bulunması, söz konusu eylemin terör eylemi olarak kabul edilmesi için yeterli görülmektedir.
Sosyolojik temelli bir olgu olarak terörizm ideolojisini besleyen en önemli unsurun siyasi karakterinde olduğunu söylemek mümkündür. Terör örgütleri, toplumdaki belirli bir grubun memnuniyetsizliklerini, ülkede birikmiş ve giderek çözümlenmeyen yapısal, siyasal, dini ve ekonomik kriz/sorunlarından beslenerek sosyal alternatifler oluşturmak, eylemlerinin yol açacağı siyasi sonuçlar üzerinden toplumda arzu ettikleri değişimi inşa etmeye çalışmak isterler. Dolayısıyla terör örgütlerinin amaç/hedef birliği etrafında ittifaklar kurabileceği, işbirliklerine gidecekleri ve kolektif terör saldırılarında bulanabilecekleri göz ardı edilmemelidir. Temelde birlik içinde olmayan veya yakın olabilecek ideolojilerin üst yönetimlerinin ortak hedef/amaç doğrultusunda bir araya gelmesi olarak açıklanabilecek “Kolektif Terör” kavramıyla karşı karşıyayız.
Kolektif Nedir?
Kolektif terör-terörizmin kavramsal ve tarihsel boyutuna girmeden önce kolektif kelimesinin ne anlam ifade ettiğine bakmak gerekir. Latince colligere, collect (seçmek/ayırmak) fiilinden türemiş, ilk olarak 1850’de ticari alanda Fransızca collectif olarak kullanılmış olan kelime; Türkçeye de kolektif olarak girmiştir. Kelime, "toplu/ortak" sözcüğünden alıntılanmıştır. Türk Dil Kurumuna (TDK) göre Kolektif kelimesi; birçok kimseyi ya da nesneyi içine alan, birçok kişi ya da nesnenin bir araya gelmesi sonucu olan/ortaklaşa olarak tanımlanmıştır . Kolektif, en az bir ortak meseleyi veya çıkarı paylaşan veya bu ortak çıkar tarafından motive edilen veya ortak bir amaca ulaşmak için birlikte çalışan bir gruptur. Kolektif, ortaklaşa yapılan bir eylemi/çalışmayı/birlikteliği dolayısıyla ortak hedef/amaç işbirliğini ifade etmektedir.
Kolektif kelimesi, sadece ticari alanda kullanılmakla sınırlı kalmamış, kolektif bilinç, kolektif hafıza, kolektif akıl, kolektif çalışma/eylem, kolektif sistem, kolektif düşünce, kolektif davranış, kolektif suç gibi kavramlarla da sosyal bilimlerin ve disiplinde yerini almıştır. Yanı sıra bu tanım ve kavramlar, uluslararası ve milli güvenlik ile terör-terörizm alanında ete kemiğe bürünmüştür.
Kolektif kelimesi, bir kişi ya da bir nesneyi bir araya getiren, içine alan anlamına da gelmektedir. Tek bir çatı altında ortak görüş, hedef, amaç uğruna çalışmak için toplanmış anlamını içermektedir. Bir diğer anlamı ise “ortaklaşa” olarak belirtilmektedir. Bu bağlamda kolektif bir çalışma/eylem içine giren kişiler veya bir çatı altında toplaşan grup; işbirliği ile güçlü bir organizasyon kurarak birlikte çalışırlar. Kolektif çalışma/eylemlerde sistemli gelişme ve büyüme vardır. Bu kolektif sistem: en az iki veya daha çok kişi/grup/ülke/istihbarat örgütü tarafından, kişiler/grup/örgütün esas hedefe giden yolda müşterek amaçlar doğrultusunda kullanılması demektir.
Emile Durkheim, toplumlardaki insanların sahip oldukları ortak duygu ve kabuller olarak ifade ettiği kolektif düşünce; sadece toplumlarla sınırlı değildir. Durkheim’ın ifade ettiği üzere kolektif bilinç, “toplumun fertlerinin tek bir ruh ve duygu etrafında birleşmelerini sağlıyor ve böylece toplumların var olmasında önemli bir rol oynuyor” demektedir. Durkheim’ın bahsettiği kolektif bilinç ve kolektif davranış özelliği terör örgütleri içinde geçerlidir. Zira terör örgütlerinde de kolektif bilinçle yönlendirilen topluluk davranışları hâkimdir. Temelde hangi ideolojik güdü ile hareket/eylemde bulunurlarsa bulunsunlar teröristlerin kolektif davranışları ortak çıkar/amaçlar sürdüğü müddetçe devam eder. En nihayetinde teröristleri ve terör örgütlerini kolektif terör eylemleri noktasında bir araya getiren, işbirliğine yönelten de kolektif bilinç ve kolektif davranıştır.
Örgütlere biçilen hedefler doğrultusunda ortak amaç, ortak çıkar, hedeften kaynaklı kin/nefret gibi duygular devam ettiği sürece kolektif terör-terörizm varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Terör örgütleri, işbirliklerine girerler; temelde farklı ya da yakın ideolojik güdülerle hareket eden diğer örgütlerle kolektif eylem gerçekleştirirler. Organize suç örgütleriyle kolektif çalışabilirler. Girdikleri işbirliği ile güçlü bir organizasyon kuran terör örgütleri, örgütün ve lider kadronun varlıklarını sürdürebilmek için hayati öneme sahip olan uyuşturucu, silah ve diğer alanlardaki kaçakçılık gibi pek çok yasadışı konuda organize suç örgütleri ve mafya ile kolektif hareket ederler. Kişilerin/grupların/örgütlerin ortak amaç/hedef doğrultusunda eylem birlikteliğine geçmesi için gereken en önemli şey ise kolektif akıldır.
Kolektif akıl, kişilere/gruplara/örgütlere pek çok konuda dolaylı ya da doğrudan destek veren devletlerin çıkarları doğrultusunda belirlediği stratejilere yönelik düzenlenecek çalışma/eylemleri belirleyen sivil/askeri istihbarat servisleri tarafından verilmektedir. Örgütlere buradaki danışman/üst akıl olarak bahsettiğimiz özellikle gelişmiş batılı ülkeler/toplumların yapılarında sıkça görülen ve en farklı can alıcı noktalardan biridir kolektif akıl. Bu durumu özellikle bölücü terör örgütü PKK/KCK’da görüyoruz.
Gerek ülkemize yönelik terör eylemlerinde gerekse bölgesel alanda silahlı propaganda, çatışma, alan hâkimiyeti ve ordulaşma ve son aşama devletleşme aşamalarıyla bölücü terör örgütüne, arkasındaki dış destek boyutunda örgütleri toplu durum çıkarları doğrultusunda aparat/araç olarak kullanan ülkeleri; ilgili ülkelerin de istihbarat servis ve askeri danışmanlarını görmekteyiz. Bu ülkeler; PKK’yı terör örgütü olarak tanıyan ancak uzantılarını terör örgütü olarak görmeyen, başta “YPG, ABD’nin kara gücüdür” ve “Suriye’de YPG ile ABD’nin ortak tatbikatı ” diyerek açıkça her türlü askeri malzeme, silah, lojistiği sağlayan ve temsilciler meclisinden örgüte finans çıkaran Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gelmektedir.
Bölücü terör örgütüne kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı olarak değişen pek çok alandaki destekleriyle genelde Avrupa Birliği (AB) özünde Almanya-Fransa, İsveç, İngiltere; bölgesel temelde Irak, İran, Suriye, Libya, Yunanistan, GKRY, İtalya ve Rusya Federasyonu olarak öne çıkmaktadır. Avrupa’nın 7 farklı ülkesinde bölücü terör örgütünün Suriye uzantısı YPG terör örgütü olarak tanınmamaktadır .
PKK terör örgütünün faaliyet alanının son yıllarda Asya ülkelerine kaydığı, özellikle 1990’ların sonlarında başlayan Kürt mültecilerin sayısının giderek artmasıyla örgütün Japonya’daki siyasi ve ekonomik yapılanması; Japon siyasi parti/siyasetçilerden alınan destek son derece dikkat çekmektedir. Yanı sıra örgütün işbirliği içinde olanlardan bir diğer ülke ise; PKK ile Tamil Kaplanları arasındaki kolektif gelişmeler ve bu gelişmelere Pakistan’ın verdiği destek dikkatlerden kaçmamaktadır. Avrupa ülkelerinden Almanya, Fransa, İtalya, İsveç ve Rusya Federasyonu, örgütün ileri sürdüğü ancak rasyonel bir temeli olmayan “Kürtlerin tek savunucusu ve hamisi örgüttür” iddiasının uzun yıllar ve hala daha savunucuları olmuşlar; örgütün ve örgüt lobisinin ileri sürdüğü sözde iddiaların siyasallaşma boyutunda da aktif rol oynamışlardır.
Kavramsal Boyutuyla Kolektif Terör-Terörizm
Kolektif terör, kavram olarak yeni olmakla birlikte çok daha eski tarihlere dayanmaktadır. Kolektif terör-terörizm kavramı ilk olarak “Generation Security And Terrorism” isimli çalışmada kullanılmıştır . Albayrak’a göre terörün ittifak yapılanması vardır ve bu yapılanma: kolektif terör ve kolektif terörizm üzerinde işlenmektedir.
Albayrak’a göre kolektif terör: şiddet, korku, baskı vb. demokratik olmayan usuller kullanılmak suretiyle anayasal düzeni ortadan kaldırmak veya işlemeyecek duruma getirmek, kamu kurum kuruluşlarını itibarsızlaştırmaya çalışmak için amaç birliği içerisinde birden fazla terör örgütünün birlikte hareket ederek ilgili mevzuatlarda sayılan anayasal suçları eylemleştirmesi olarak tanımlanmaktadır . Kolektif Terörün aktörlerini ise: Anayasal düzeni bozmaya yönelik suçun maddi/manevi unsurlarını ideoloji-örgüt-eylem üçlemesi içerisinde gerçekleştiren icra hareketlerini tamamlamış grup veya kişiler olarak ifade eder . Albayrak’ın bu tanımından yola çıktığımızda kolektif teröre örnek olarak, günümüzde devlet destekli özel askeri şirketler, NGO-Vakıfların iç ve dış güvenlik tehdit unsur/unsurlarıyla birlikte ortak hareket/eylemde bulunduklarını söyleyebiliriz. Kolektif Terörizm: Amaçlanan hedef doğrultusunda temelde bir olmayan veya birbirlerine yakın olabilecek ideolojilerin "executive power" yürütme gücü adına tepe yönetimlerinin bir araya gelerek güdülenmeleri olarak açıklanabilir.
Temelde birlik içinde olmayan veya yakın olabilecek ideolojilerin üst yönetimlerinin ortak hedef/amaç doğrultusunda bir araya gelmesi olarak açıklanabilecek “Kolektif Terör” kavramıyla karşı karşıyayız. Kolektif terör ise birden fazla terör örgütünün birlik ve beraberlik içinde hareket ederek anayasal düzeni ortadan kaldırmak için şiddet, korkutma, korkutma ve terör gibi demokratik olmayan yöntemlerle uluslararası ve iç hukukta sayılan anayasal suçları işlemesidir. Günümüzde Irak ve Suriye'nin kuzeyinde birlikte hareket eden temelde farklı ideolojilerdeki silahlı örgütler, kolektif teröre uygun örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kısaca kolektif terör: örgütlerin, farklı ideolojilere sahip olsalar bile ortak amaç ve hedef doğrultusunda giriştikleri eylemler bütünü diyebiliriz. Kolektif terörizm ise: örgütleri silah-teçhizat, finans, diplomatik, istihbarat ve lojistik alanlarda destekleyen ülkelerin; istihbarat ve askeri uzmanları tarafından, hedef ülkelere karşı siyasi veya ekonomik çıkarlarına yönelik birlikte giriştikleri eylemler bütünüdür.
Gerek bölgesel gerekse de ülkemize yönelik siyasi gelişmelere baktığımızda, terör örgütlerinin ideolojik güdüleri bir yana daha çok siyasi, ekonomik şartlara göre araçsallaştırıldıkları görülmektedir. Türkiye; hem kolektif terör-terörizme hem de en somut haliyle konjonktürel terörle karşı karşıyadır. Konjonktürel teröre bir örnek verecek olursak: Türkiye’nin; 2021 yılında Türk Uydusu TÜRKSAT 5A’nın fırlatılmaması için Ermeni ve FETÖ lobilerinin uluslararası yoğun bir çalışmaya girdiklerini verebiliriz.
Hem kolektif terörizme hem de konjonktürel teröre örnek olarak: Pençe Kilit Harekât bölgesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensuplarına karşı 22-23 Aralık 2023’te bölücü terör örgütü PKK tarafından düzenlenen saldırıdan 48 saat önce, saldırıya uğrayan askeri üslerimizin haritalandığı/fotoğraflandığı tespit edilmiştir. OSINT Türk’ün yaptığı araştırmada, ilki sekiz ay önce diğeri ise terör saldırısından 48 saat önce birden fazla üssümüzün fotoğraf, video ve harita görselleri sosyal medya X ve Telegramda yayımlandığı ortaya çıkarılmıştır. Aynı araştırmada üs bölgelerimizi Haritalayan/fotoğraflayanların teknik takip ile sosyal medya hesaplarından izleri sürüldüğünde; bir teröristin Irak’ın kuzeyinden diğerinin ise Frankfurt/Almanya’da yaşayan bölücü terör örgütü PKK/YPG ile sıkı bağları olan teröristler olduğu ortaya çıkmıştır .
Öte yandan, teröristlerin OSINT ve hatta ötesinde ilgili ülke istihbarat birimlerinden teknik yardım aldıkları ve bu alanlarda kendilerini geliştirdikleri görülmektedir. Bu bağlamda, bölgede görev yapmakta olan askerlerimizin de cep telefonlarından çektikleri görüntü ve kısa video paylaşımlarını sosyal medyada yayımlamaktan kesinlikle kaçınmaları gerekmektedir. Zira düşman sadece dinlemekle kalmaz gözetler de. Bu konuda bilinçlenmeleri gerektiği gerçeğine yönelik son dönemde atılan adımların hızlandırılması, bilgileri sızan diğer üslerimizde ilave önlemlerin alınması; ülkemizin, bölgenin ve elbette askerlerimizin güvenliği için son derece önemlidir.
Kolektif terör, yapısı gereği birden fazla terör örgütünden oluşmakta ve siyasi, ekonomik, istihbarat, mühimmat, silah, propaganda, eğitim ve finans başta olmak üzere farklı ülkeler tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak beslenmektedir. Söz konusu bu iş birliği ve destek faaliyetleri terör örgütlerinin ve örgütlere destek sağlayan ülkelerin Dış Politika-Grand Stratejisi veya taktik durumlarına göre çeşitlilik göstermektedir. Bu bağlamda aşırı sol, dini ya da etnik motivasyona sahip terör örgütlerinin sosyalist veya kapitalist ekonomi modelini benimseyen farklı ülkeler tarafından eş zamanlı veya farklı zamanlarda ortak amaç, ortak hedef ve farklı amaçlarla araç haline getirildiği tespit edilebilmektedir.
Uluslararası politikanın bir aracı/aparatı/maşası olarak kullanılan terör örgütleri, birtakım ülkelerin hedeflerine ulaşmalarını kolaylaştırmak için hasım veya hasım olması muhtemel tarafı yıpratma faaliyetlerinde etkin olabilmektedirler. Kolektif terörün kaynağı, oluşumu, motivasyonu, faaliyetleri ve sürdürülebilmesi çeşitli etkenlere bağlı olmakla birlikte Türkiye’yi hedef alan örgütler incelendiğinde politik amacın ve elde edilmesi hedeflenen taktik başarıların doğrudan Türkiye’nin bölgesel gücünün zayıflatılması ve toprak bütünlüğünün hedef alınması olduğunu söylemek mümkündür. Bu duruma eski Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, Alman devlet televizyonu ARD/ZDF ortak yayınında bölücü terör örgütü PKK ile ilgili şu sözlerine yer vermek gerekir. "Açık konuşayım. Burada, Almanya'da Kürtlerden bahsettiğimizde, aslında 'Kürtlerden' değil, özellikle Almanya'da terör örgütü olarak tanımlanmış olan PKK'dan bahsediyoruz ve size nedenini anlatacağım. PKK burada yasak çünkü Türkiye'de bir şeyler yaptılar ama her şeyden önce burada da bir şeyler yaptılar, örneğin örgüte zorla yeni üye toplamak, uyuşturucu kaçakçılığı, yetkililere ve muhaliflere yönelik şiddetli saldırılar, silah kaçakçılığı ve bunların çoğunu finanse etmek ve sürdürmek Türkiye'ye karşı bir savaştır."
Alman eski dışişleri bakanı Sigmar Gabriel’in bu açıklaması tarihi bir itiraf olmakla birlikte; esasen PKK’yı yasaklamalarının sebebini PKK’nın, Türkiye’de gerçekleştirdiği terör eylemlerinden ziyade kendi ülkesinin anayasal düzenine karşı eylemler gerçekleştirmesi olarak da yorumlamaktadır. Buradan anlayacağımız, bölücü terör örgütü pek çok Avrupa ülkesinde yasaklı örgütler listesine girmiş olmasının ana nedeni: ülkelerinin anayasal düzenlerini ve güvenliğini tehdit ettiği gerekçesidir. Tıpkı İsrail’in, 7 Ekim 2023’te HAMAS saldırıları sonrasında Gazze’ye yönelik insanlık dışı ve devlet sorumluluğuna uymayacak biçimde devlet teröründe olduğu gibi.
Yukarıda da belirttiğim üzere terör ve terörizm kavramlarının, kime/neye göre ve neden uluslararası ortak bir tanım yapılmak istenmediği konusu hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Bu durumu MOSSAD eski şefi Ephraim Holevy çok net açıklıyor. El Cezire Televizyonunda, 6 Ocak 2024’te yayımlanan “Axel de La Resistance” programında sunucusu sorduğu: “Suriye sınırında El Kaide teröristlerini tedavi ettiğiniz doğru mu?” sorusuna Holevy; “evet” diyor, “sonuçta onlar insan, bizde insanlara yardım edebilecek durumdaysak etmişizdir”, sunucu, “peki Hizbullah’a da yardım eder misiniz?” Sorusuna, “Hayır” diyor; “O bizim düşmanımız”, sunucu, “ama El Kaide’ye yardım ettiniz onlarda en iyi müttefikiniz ABD’nin düşmanıydı”, “olsun” diyor “El Kaide, İsrail’e hiç saldırmadı” Bu açıklama ile İsrail devletinin teröre destek verdiğini en üst düzeyde bulunmuş MOSSAD eski başkanı Ephraim Holevy itiraf ediyor. Ne yazık ki uluslararası alanda bir devlet adamı çıkıp da İsrail’e terörist devlet deme cesaretini gösteremiyor.
Sadece aynı ideolojik güdülerle hareket eden örgütlerin değil farklı ideolojilere sahip terör örgütlerinin, öğrenen örgütler olmaları hasebiyle devletleri örnek alarak birbirleriyle pek çok konuda işbirliğine gittikleri ve ortak amaç/hedefler doğrultusunda kolektif eylemlerde bulundukları görülmektedir. Örgütler, tek başlarına yeterli olamadığı durumlarda, diğer örgütlerle farklı ideolojilere ve farklı hedef/amaçlara sahip olsalar da hedef ülkeyi siyasi, ekonomik ve diğer alanlarda zayıflatmak maksadıyla eylem birliklerine girerler. Buna hiç şüphesiz örgütlerin hedef ve amaçlarına ulaşmada ve örgütleri doğrudan ya da dolaylı destekleyen ülkelerin çıkarları da yön vermektedir.
Kolektif terör, sadece eylem birlikteliği değil, yanı sıra pek çok konu başlığını temel alan eylemler bütünüdür. Farklı ideolojik güdülere sahip olan örgütlerin nihai amaçlarından biri ve belki de en önemlisi; meşru siyasi zeminde yer almaktır. Bu bağlamda örgütlerin siyasi uzantılarının da, siyasallaşma ve meşrulaşma mücadelelerinde bulundukları ülkelerde geniş kapsamlı işbirliği ve dayanışma içerisine girdikleri tespit edilmiştir. Örneğin, bölücü terör örgütü PKK/KCK’nın siyasi uzantısı HDP-YSP-DEM Partinin, başta Almanya olmak üzere pek çok AB ülkesinde Türkiye’deki seçim çalışmaları yaptıkları açık kaynaklarda yer almaktadır.
Almanya’daki seçim çalışmalarına, “Yeni Yaşamı Birlikte Kuralım” sloganı ile “Şeyh Said Mevlüdü” adı altında 11 Ekim 2015’te dönemin HDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan konuşmacı olarak katılmıştır. Vatana ihanet ettiği kanıtlanmış ve idam edilmiş bir haini anma programını düzenleyenler ise: Ciwaka İslami Kürdistan ve HDP-Almanya’nın seçim bürolarıdır. Düzenlenen programda Avrupa’daki örgüt mensuplarının ve PKK lobisi ve bileşenlerinin seçimlerde kolektif çalışmaları ve HDP’ye oy sağlamaları istenmiştir. Düzenlenen programla ilgili ülkelerden çok sayıda siyasi katılmıştır.
HDP/Yeşil Sol Parti olarak 2023 Türkiye Genel seçimlerinde yurtdışı seçim çalışmalarını, Almanya’yı yöneten Olaf Scholz koalisyon hükümetinin paydaşlarından Alman Sol Parti “Die Linke” ve Yeşiller “Die Grünen” vekilleri eşliğinde pek çok şehirde seçim bürolarının açılışı yaparak başladılar . Seçim bürolarının açılış konuşmalarına katılan Alman siyasiler, Almanya’da yaşayan ve Türkiye’deki seçimlerde oy kullanma hakkına sahip Türk vatandaşlarından HDP/YSP Yeşil Sol Parti’ye oy vermelerini istemişlerdir. Türkiye’nin iç işlerine müdahaleden zevk alan, yanlı ve yanlış tutumundan asla taviz vermeyen Alman devleti ve siyasiler; bölücü terör örgütünün siyasi uzantılarıyla kolektif çalışma içinde olduklarını bir kere daha göstermiş oldular.
25 Eylül 2022’de Almanya’nın NRW Kuzey Ren Westfalyan Eyaleti Krefeld şehrinde HDP/Yeşil Sol Parti Avrupa seçim çalışmaları için birçok Alman siyasi parti, vakıf, dernek, konfederasyon, federasyon ve örgüt temsilcileriyle Krefeld Alevi Kültür Merkezi’nde bir araya gelmişlerdir. Toplantıya HDP-Avrupa Temsilciliği AABK, KCDK-E, TJK-E, AVEG-KON, ATİK, SYKP-ESU, Avrupa Pontus İnisiyatifi ADHK, Xeta Sor Ezidiler Koordinasyonu, Alman Yeşil Sol Parti vekilleri, Barış Akademisyenleri Avrupa Sürgünler Meclisi, PİK ÇİK FEDA Sürgünde Yaşayan Siyasetçiler, TİP Devrimci Parti, SKB NOR Zartok PKAN MARDEF Avrupa Kürecikler Halk İnisiyatifi, Dersim İnşa Kongresi, SODAP Berlin-Brandenburg Kürt Cemaati ve KKP temsilcileri yer almışlardır .
Kolektif terör kavramı, sadece iki ya da daha fazla örgütün eylem birlikteliğini ifade etmekle sınırlı değildir. Terör örgütleriyle organize suç örgütleri de kolektif çalışma/eylem ve işbirliğine giderler. Özellikle uyuşturucu tacirleriyle işbirlikleri, tacirlere sağlanan yeni müşteriler, örgütlere de tacirler üzerinden uyuşturucu satışından elde edilen paranın silaha yatırılmasına ve aklanmasını sağlar. Hangi ideolojik Saiklerle hareket edilirse edilsin örgütlerin, uyuşturucunun satış, dağıtım trafiğinde etkin rol oynadıkları ilgili istihbarat raporlarında belirtilmektedir. Uluslararası ticaretin neredeyse yüzde 10’u uyuşturucudan elde edilmektedir. BM 2021 raporuna göre terör örgütlerinin uyuşturucudan elde ettikleri gelirin milyar dolarlar olduğu ifade edilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerinde uyuşturucunun yapımından dağıtımına kadar etkin olan PKK’ya göz yumulması da devlet sorumluluğu ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Sonuç olarak Kolektif terör; ideolojileri farklı ya da benzer iki veya daha çok terör örgütünün, ortak hedef ve çıkarları noktasında bir araya gelerek kolektif terör eylemlerinde bulunmalarına denir. Kolektif terör eylemlerinde bulunan ve bir araya gelen terör örgütleri, aynı amaç/hedefler ve çıkarları doğrultusunda hedef ülkeye ya da hedef ülkenin sınır ötesinde terörizmle mücadele kapsamında bulunan askeri birliklerine karşı da eylem gerçekleştirirler.
Kolektif terör eylemleri doğrultusunda bir araya gelen örgütler, sadece hedef ülkeye yönelik eylem gerçekleştirmekle kalmazlar; Enerji kaynakları, enerji havzası, petrol boru hatları gibi stratejik ve ekonomik değeri oldukça yüksek alanlarda da kendilerine biçilen görevleri yerine getirirler. Bu durum, zaman zaman ekonomik ve stratejik değeri yüksek olan bir boru hattına düzenlenecek suikast ya da terör eylemi olur yeri geldiğinde de enerji havzalarından elde edilecek enerji kaynaklarından gelir elde etmek olabilir.
Kolektif terör eylemlerinde bulunan terör örgütleri, stratejik ve ekonomik değeri yine yüksek olan yer altı zenginliklerinden maden işletmeciliği yapan yabancı şirket ve yöneticilerini bölge halkına karşıda koruma görevi üstlenirler. Yanı sıra su ve içme suyu kaynaklarını koruma ve dağıtım alanında da kolektif terör örgütleri ve organize suç örgütleriyle işbirliği içerisine girerler.
Türkiye’nin coğrafik olarak bulunduğu konum göz önüne alındığında, terör örgütleri, Türkiye’nin Türk Devletleriyle olan kara yolu ya da stratejik geçiş üstünlüğü olan bölgelerde de kolektif terör eylemlerinde bulunurlar.
Kolektif terörizm; iki ya da daha çok benzer ya da değişik ideolojilere sahip ancak ortak çıkar ve hedefler doğrultusunda bir araya gelen terör örgütlerine sağladıkları askeri, silah, diplomatik, eğitim, barınma, finans gibi alanlarda sağladıkları destekle hem devlet destekli terörizme hem de kolektif terörizmin ana unsurunu oluştururlar.
Türkiye’nin etrafında, 1970’lerden günümüze başta Suriye, Ermenistan ve Yunanistan ile GKRK’nin PKK ve işbirliği içinde oldukları terör örgütlerine sağladıkları silah, askeri malzeme, uyuşturucu konularında özellikle GKRK bir nevi üs konumundaydı. Günümüzde Batı ülkelerinden bölücü terör örgütüne sağlanan destek rotası pek de değişmemiştir.
Örgüt, sadece Avrupa’da değil 1990’lardan itibaren yapılanmasını ve örgütlenmesine şekil verdiği Japonya’da da kendine zemin bulmuştur. Uyuşturucunun yapımında kullanılan ve olmazsa olmaz ham maddeler aseton, efedrin/psödoefedrin, toluen, hidroklorik asit, sülfürik asit, iyot, asetik anhidrit öne çıkar. Bunlardan anhidrit asetik maddesinin dünyada sayılı ülkelerde oldu ve bunlardan ikisi de Almanya ve Japonya’dır. 2017’de İstanbul Atatürk Havalimanında Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından yakalanan Vakkas Dündar’ın, PKK/KCK’nın Japonya’daki uyuşturucu ve haraçlardan elde ettiği paraların kasası olduğu, yakalandığında üzerinden 4 bilezik, değişik ziynet eşyaları, 24 Milyon 313 Bin Japon Yeni, 4593 Dolar ve çok sayıda dijital malzeme ele geçirilmiştir .
Buna ilaveten PKK terör örgütünün Sri Lanka terör örgütü Tamil Kaplanları (TK) ile uyuşturucu ve silah kaçakçılığından ideolojik zemine kadar pek çok alanda kolektif eylem içinde oldukları bir gerçektir. TK, PKK ile beraber terörist örgüt tanımından ve yasaklı listeden çıkmayı, yıllardır maddi destek sağlayan Pakistan’daki bazı Keşmirliler üzerinden elde etmeye çalışmaktadırlar. Birleşmiş Milletler (BM) Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesinin 3. Maddesi temelinde silahlı mücadeleyi ve bağımsızlığı öne sürerek Keşmirlilere para karşılığı yasal haklarından bahsedilmesini istemektedirler.
Kolektif terör-terörizmin temelinde hedef ülkeyi ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri açıdan zayıflatmak amacı güdülür. Terör örgütlerinin kendilerinin yaptığı eylemler olduğu gibi hedef ülkede pek çok konudan ötürü örneğin istihbarat, ikmal/lojistik, silah temini gibi konularda da yardım alarak; hatta birbirlerine eylemi paslayarak da işbirliğine gidebilirler. Bu tarz eylem birlikteliklerinin soğuk savaş döneminden itibaren günümüze kadar pek çok örnekleri vardır. Suriye’de, Libya’da, Lübnan’da, Yunanistan-GKRK’de, Ermeni Terör Örgütü ASALA ve ML Bölücü PKK ile olan İşbirlikleri bilinmektedir. Keza Rum terör örgütlerinin de Ermeni örgütleriyle kolektif eylemler gerçekleştirdikleri bilinir. Yanı sıra, dini referans alan örgütlerin de farklı ideolojik terör örgütleriyle aynı kamplarda eğitim aldıkları, alınan eğitimlerden sonra hedef ülke veya sınır dışında hedef ülkenin temsilciliklerine yönelik kolektif terör eylemleri gerçekleştirmişlerdir.
Şüphesiz Kolektif terörü değerlendirilirken, terör örgütlerine pek çok alanda doğrudan veya dolaylı destek sağlayan ülkelerin siyasi, ekonomik, küresel ve bölgesel güç/nüfuz elde etme, çıkar ve stratejileri de göz önüne alınmalıdır. İdeolojisi ne olursa olsun hiçbir terör örgütü dış destek almadan, uzun süre varlığını ve silahlı eylemlerini devam ettiremez. Bu bağlamda ilgili bölümlerdeki çalışmalarda bu konuya önemle durulmuştur.
Tarihsel Boyutuyla Kolektif Terör-Terörizm
Türkiye karşı terör örgütlerinin işbirliği sonucunda ilk kolektif terör-terörizmin ayak izleri cumhuriyetin kurulmasından 4 yıl sonra 1927 yılında gerçekleşmiştir . Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra, isyana katılan bazı kişiler; Irak, İran ve Suriye’ye kaçarlar. Bu ülkelerde kısa zamanda Türkiye aleyhtarı eylemler düzenler ve örgütlenirler. Bu örgütlenmelerden öne çıkanı Kürtçe’de “Benlik”, Ermenice’de “Ermeni Yurdu” anlamına gelen Hoybun Cemiyetidir. Hoybun, Ermeni-Kürt kolektif çalışmasının en somut ilk örneğidir. Örgütün liderliğini Bedirhan ailesi ile Taşnaklar (Taşnaksutyun) paylaşmıştır.
Örgütün temelleri, Şubat 1927’de İngiltere’nin Irak Fevkalade Komiser Muavini Edmonds ve Yüzbaşı Moltfoltre’nin teşviki ile Fransız mandası Suriye’de atılmıştır. İlk kongresini 5 Ekim 1927’de Taşnakların lideri Vahan Papazyan’ın da katılımıyla Lübnan’da gerçekleştirir. Kürt örgütlerinin çoğunluğu (Azadi, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Millet Fırkası ) Hoybun Cemiyeti’nde birleşirler. Celadet Ali Bedirhan ve Vahan Papazyan’ın imzaladığı kongre bildirgesinde; Türkler, ortak düşman olarak belirlenir.
Ayrıca bağımsız ve birleşik bir Ermenistan için birlikte mücadele etme kararı alırlar. Bu iki terör örgütünün işbirliği, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinde ülkemize karşı yürütülen ilk kolektif terör ve bu örgütlere destek sağlayan ülkelerin de içinde olduğundan dolayı ilk kolektif terörizmin somut örneğidir. Kürt Hoybun Cemiyeti’nin organize ettiği Ağrı isyanlarının ardındaki dış destek bağlantısına baktığımızda; her ne kadar Suriye’yi görsek de o dönem Suriye Fransız vesayeti altında olduğundan Ağrı isyanlarının ardındaki destekçi ülkelerin Fransa, İngiltere ve İran olduğunu söylemek doğru olur.
Kolektif terör-terörizme ikinci somut örneği ikinci paylaşım savaşı yıllarından örnek verebiliriz. İkinci paylaşım savaşında Nazilerle işbirliğine hem Yahudi terör örgütleri hem de Filistinli terör örgütleri girmişlerdir. Hitler Almanya’sı ile işbirliğine giren sadece Yahudi ve Filistinli örgütler değil yanı sıra Ermeniler de vardır. Ermenilerin Nazilerle olan işbirliğine ikinci paylaşım savaşı yıllarında denk geliyoruz. Nazilerle işbirliğine giden Ermeniler, daha çok faşist ideolojiyi benimseyenlerdir.
Nazilerle işbirliğini ilk başlatan Ermenilerin, henüz birinci paylaşım savaşı yıllarında özellikle Doğu Anadolu’da Türklere karşı zulüm yapan silahlı çete/örgütlerin komutanlarından Njde liderliğinde kurulmuş Tsegakron olduğunu görürüz. Yanı sıra yine Türklere karşı savaşan çete liderlerinden Dro’nun da 15 Aralık 1942’de Nazi Almanya’sı ile işbirliğine girmek için Ermeni Milli Komitesini kurduğu bilinmektedir. Savaş zamanında Nazi Almanya’sı, Ermeni Taşnaklardan bir muharip güç unsuru olarak faydalanmışlar ve Ermeni lejyonlarını kurmuşlardır. Ermeni Milli Komitesi’nin 15 Şubat 1943’te yayınladığı bildiride, “en güvenli ve garanti olarak Alman İmparatorluğunun siyasi himayesinin sağlanmasının umulduğu” belirtilmektedir.
Almanların işgal ettiği doğu bölgelerinde bütün Ermeni askeri ve istihbarat gruplarının faaliyetlerini organize ve koordine etmek üzere Birleşik Ermeni Karargâhı kurulur. Almanlar, Sovyetler Birliği ile giriştiği savaşta Kafkasya’ya doğru ilerliyorlardı. Savaşı Almanların kazanma olasılığının yüksek olduğu bir dönemde Ermeniler, Nazi Almanya’sının yanında yer alarak, Nazilerden edinecekleri silahlı destekle savaştan Almanya’nın galip gelmesiyle hülyalarına kavuşmak istiyorlardı. Özünde bu düşüncelerin yattığı amaçlar doğrultusunda oluşturulan silahlı Ermeni lejyonerleri, Nazilere sadece cephede değil yanı sıra istihbarat faaliyetlerinde de katkı sağlamıştır. Sırf bu amaçlar doğrultusunda komiteler oluşturulur; faaliyete geçilir.
Esasen Naziler de Ermenileri hem cephede hem istihbarat anlamında kullanmışlardır. Almanlar savaşı kaybedince Ermenilerin o meşhur hayalleri suya düşer. Ancak 1946 yılından itibaren Ermeniler, Türkiye’ye karşı diplomatik saldırılara geçerler. Ermenilerin, Türklere karşı neredeyse dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirdiği terör eylemlerinde Alman desteği var mıdır sorusu akla gelir. Doğrudan olmasa bile göz yumulduğu örnekleri mevcuttur. Bu göz yummayı da savaş sırasında Ermenilerin kendilerine gösterdiği hizmetlere ve diasporanın etkisinin olduğunu söylemek abartı olmaz.
Ermeni terör örgütü ASALA, Türkiye’deki bölücü örgütlerle işbirliği içinde olmuştur. 8 Nisan 1980’de Lübnan’ın Sidon şehrinde yasadışı Apocular (Kürdistan İşçi Partisi) ile bir basın toplantısı düzenleyerek, Türk devletine karşı kolektif terör eylemleri yürüteceklerine yönelik dünya kamuoyuna açıklamışlardır. Bu toplantıya, kendilerini “Türkiye Ermeni gerillaları, Kürt İhtilalcileri” diye tanıtmışlar ve etraflarında Dr. George Habbaş’ın Filistin Gerillalarına göz delikleri açık, siyah maskeleriyle konuşan 12 erkek iki kadın, Filistin Örgütü ile de bağları pekiştirmek istediklerini söylemişlerdir.
Bir diğer Ermeni terör örgütü JCAG ise; Ermenilere karşı yapıldığını ve hâlâ cezasız kaldığını iddia ettikleri katliamın intikamını almak ve uğradıkları haksızlıkları gidermek amacıyla ortaya çıkmıştır. JCAG’ın hedefleri arasında: Türkiye’nin 1915 katliamını tanımasını sağlamak ve tazminat ödemeye mahkûm ettirmek, 1920 Sevres Antlaşmasında belirtilen sınırlara dayalı toprakların Ermenilere iadesini istemek yer almaktadır. Bu bağlamda terör örgütü JCAG’ın hedefleriyle Ermeni Taşnakların hedefinin aynı olduğu görülür. Bu ortak hedeflerin en nihayetinde tıpkı ASALA hedefinde olduğu üzere Sovyet Ermenistan’ı ile birleştirmek vardır.
Yeni Ermeni Direnişi-NAR isimli örgüt de ilk sefer 14 Mayıs 1977’de Paris’te Türk turizm bürosuna bombalı saldırı eylemiyle ortaya çıkmıştır. ASALA, aynı zamanda Türk diplomatlarını hedef alan terör eylemleri gerçekleştirir. Esenboğa katliamını gerçekleştiren Abu Raşit kod adlı Leon Ekmekçiyan, kendi ifadesiyle: Eşkin Dağı’ndaki ASALA Askeri kampında eğitildiğini, masum insanları öldürmek için Türkiye’ye gönderildiğini açıklamıştır.
Türk diplomatlarını hedef alan ASALA, gerçekleştirdiği saldırılarda kimisi Büyükelçi düzeyinde olmak üzere 46 Türk diplomat ve yakınlarını katletmiştir. Bu saldırıların büyük bölümü Fransa’da gerçekleşmiştir. İlk eylem 1981’de Paris’teki Türkiye Başkonsolosluğu olmuştur. Bu terör saldırısında Konsolosumuz Kaya İnal ile çalışanlardan yaralananlar olmuş ancak güvenlik görevlisi şehit düşmüş; toplamda 56 kişi rehin alınmıştır. 1965 yılından itibaren Ermeniler, Türkiye’ye karşı ağır bir diplomatik saldırıya da geçmişlerdi. ASALA’nın destekçileri arasında kolektif terör eylemlerine girişmiş örgütler vardır. Bunların başında bölücü terör örgütü PKK olduğu gibi; Lübnan’da konuşlu eylemlerini Lübnan’dan yürüten Filistinli terör örgütleri de vardır. Her iki örgütün militanları o dönemler Suriye’nin denetiminde bulunan Lübnan’ın Bekaa kampında eğitim almışlardır.
ASALA‘ya verilen bir diğer destek ise Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelmiştir. Özellikle 20 Temmuz 1974 yenilgisinden sonra Kıbrıslı Rumlar, silahlı güçlerini kaybedince Ermeni terör örgütü ASALA ‘ya desteklerde bulunmuşlardır. Benzer şekilde 1955 yılından itibaren Kıbrıs’ta Türklere ve İngiliz iş insanlarına karşı eylemler gerçekleştiren Rum terör örgütü EOKA da Ermeni terör örgütü ASALA ile kolektif terör eylemlerinde bulunurlar.
Kıbrıs Rum örgütleri içinde 16 Mayıs 1975 yılında kuruluşunu ilan eden terör örgütü ise Kıbrıs Rum Kurtuluş Ordusu (EKAS)’tır. EKAS’ın öne çıkan hedefleri arasında, adadaki Türk ve İngiliz iş adamlarına karşı terör saldırıları yer almaktadır. EKAS, kuruluş bildirisinde “ulusal liderliğin” yolundan gidileceğini, “konvansiyonel politikaların yetersizliği durumunda Kıbrıs ve ada dışında emperyal oyunların ajanlarına acımasızca saldırılacağı” tehditlerinde bulunur. Bildiride geçen tehdit dolu ancak stratejik içeriği olan bu hedeflerin anlamı, hükümetin hedefinin terör yoluyla elde edileceğini ve örgütün, işbirliği yaptığı diğer terör örgütleriyle kolektif terör eylemleriyle dünyanın her yerinde Türklere ve Türkiye’ye yönelik saldırı hazırlığını gösterir. Bildiride izlenecek hedef ve yöntemler doğrultusunda, Rum terör örgütü, 22 Ekim 1975’te Viyana Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil’i öldürürler. Bu eylemin ardından 25 Ekim 1975’te de Roma Büyükelçimiz İsmail Erez terör saldırısı sonucu şehit edilir. Daniş Tunalıgil’in öldürülmesini ASALA, İsmail Erez’in öldürülmesini de JCAG üstlenmiştir.
Dönemin Avusturya polis kaynaklarının ileri sürdüğü bilgiler doğrultusunda, terör örgütü ASALA ‘ya bağlı teröristlerin Lübnan’da Kıbrıs Rum terör örgütü EOKA-B ile aynı kamplarda eğitim almışlar; EOKA-B’ye bağlı teröristlerin de bu terör saldırısının muhtemel suçluları olabileceği ileri sürülmüştür. Kısa zaman önce kaybettiğimiz değerli diplomat Bilal Şimşir’e göre, Türk diplomatlarına yönelik terör saldırılarının ardındaki örgüt/örgütler: “Rumlar, elçilerimizin öldürülmesi meselesini Ermeni örgütlerinin üzerine yıkmak istiyorlar” olarak ifade etmiştir.
Ermeni terör örgütü ASALA’nın işbirliği içinde olduğu bir diğer örgüt; 1973 Nisan ayında temeli atılan ve Mayıs 1978’de bugünkü adını alan bölücü Marksist-Leninist terör örgütü PKK’dır.
Tarihsel süreçte PKK’nın en önemli olayı; örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın 7 Temmuz 1979’da Suriye’ye geçiş yapmasıdır. Belirli bir süre Şam’da kalan Öcalan, daha sonra Lübnan’a geçmiş ve Suriye denetimindeki Bekaa Vadisi’nde hem siyasi hem de askeri eğitim amaçlı kamp kurma imkânı yakalamıştır. Bunu, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasında Türkiye’de barınma imkânı kalmayan 100 kadar örgüt militanının topluca Bekaa’ya kaçmaları izlemiştir. Tüm bu gelişmeler; söz konusu bölücü terör örgütünün var olabilmesinin koşullarını yaratmıştır. Zira bu dönem, bölücü terör örgütü PKK’nın 16 yıllık kan, gözyaşı, ölüm ve öldürmelerle dolu kanlı tarihinin gerçek başlangıcıdır.
Bölücü terör örgütü, 15-26 Temmuz 1981’de düzenlediği 1. Kongresinde, Suriye denetimindeki topraklarda, örgütü ve Suriye’nin ulusal çıkarlarını yeniden tanımlamıştır. Bu bağlamda PKK, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Vietkong usulü “uzun süreli halk savaşı stratejisi” olarak isimlendirdiği, Türkiye ve bölge insanına yönelik terörizm kararını almıştır. PKK, ikinci kongresini 20 Ağustos 1982’de; Türkiye’de istikrarsızlığı, öldürmeleri amaçlayan eylem planını ortaya koyarak; başta Hakkâri, Van ve Siirt’te silahlı mücadele başlatmıştır. PKK’nın, bu iki kongresinde aldığı kararlar döneminde, Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın kardeşleri Cemil ve Rıfat Esad’ın doğrudan terör örgütü PKK’nın lideri ile ilişki kurması ve Muhaberat’ın sağladığı destek bilinmektedir.
Suriye’nin, özellikle uyuşturucu, silah kaçakçılığı ve terörizmi organize faaliyetlerinde kilit isim olan Rıfat Esad ile kurulan ilişki konusunu PKK lideri Öcalan; “…O sıralarda Suriye, Kürtleri kazanmak istedi… Bize Iraklı Kürtler aracılığıyla geldiler. Böyle bir örgüt var demişler. Onlar da dost olalım dediler…” diyerek ifade eder. PKK’nın kuruluşundan itibaren etkin konumda olan Cemil Bayık ise Rıfat Esad ile olan ilişkilerini, “Kişi olarak bir sevgisi var. Bize de yakınlık duyduğunu, izlediğini, değer verdiğini söylediler. Filistinlilerden de zaten öğreniyorlardı sürekli… ”demiştir.
Suriye, 1980’li yıllarda bölücü terör örgütü PKK’nın üçüncü ülkelerle olan ilişkilerini Şam’daki Büyükelçilikler aracılığıyla sağlamaktaydı. Örgüt, 1990’lı yıllarda ise tüm imkânlarını Yunanlı ve Rum politikacılar ile gazeteciler için kullanmıştır . Alman Der Spiegel dergisinin 03 Haziran 1991 tarihli sayısında yer alan “Kürtler” başlıklı haberinde, “A. Öcalan’ı dinlemeleri için Beyrut’tan, Şam’dan, Suriye ve Lübnan köylerinden kamyonlarla, 20 km. büyüklüğündeki Bekaa kampına, 15 Ağustos kutlamalarına getiriliyorlardı. Kampın dışında adım başı Suriye kontrol noktaları vardı” denmektedir.
Suriye’nin, bölücü terör örgütü PKK ile olan ilişkisinin niteliği ve hedefi açısından değerlendirildiğinde; örgütün 1984’te gerçekleştirdiği ilk büyük kanlı eylemi Eruh ve Şemdinli saldırıları, aynı zamanda Türkiye’nin Atatürk Barajı’nın kredisini aldığı ve Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) hayata geçilebileceği fikrini uygulamaya soktuğu yıl olması bakımından oldukça önemlidir .
1980’li yıllarda Suriye, Bekaa Vadisi’ndeki kamplarını sadece bölücü terör örgütü PKK ve liderlerine açmakla kalmamış yanı sıra Dev-Sol, Acilciler gibi örgütlere de yerleşim, eğitim ve uyuşturucu üretim olanağı sunmuştur. Türkiye Şubat 1990’da özellikle büyük şehirlerde yoğun terör saldırılarına karşı karşıya kalmıştır. İstanbul Ataköy ve Zeytinburnu ilçelerinde terör eylemleri sonucu yakalanan ve liderliğini Suriye’de yaşayan İbrahim Seven’in yaptığı Devrimci Komünist Partisi/Silahlı Halk Birlikleri Örgütü (DKP/SHB) üyesi Selçuk Yatır, ifadesinde, “George Habaş ve Suriye İstihbarat Teşkilatı ile ilişki içinde olduklarını, kamplarının Bekaa Vadisi’nde FHKC’nin içinde olduğunu ve bu kampta 6 ay boyunca eğitim gördüklerini ” açıklamıştır.
İstihbarat kaynakları da: bu örgütün, bölücü terör örgütü PKK’nın büyük şehirlerde yerleşebilmesi için öncü görevi üstlendiğini açıklamışlardır. Bu dönem Dev-Sol, DKP/SHB ve MLSPB’nin, bölücü terör örgütü PKK’nın taşeronluğuna soyunduğu ve kolektif terör eylemleri gerçekleştirdikleri yıllar olarak önemlidir. Ayrıca, 1990 yılının ilk yarısında PKK için planlanan ve akabinde gerçekleştirilen taşeronluğun gerçek yönlendiricisi de Suriye’dir.
Suriye’nin, bölücü terör örgütü PKK’ya ve onun taşeronluğunu yapan yukarıda bahsedilen örgütlere sağladığı bir başka destek ise, artan terör eylemlerine maddi ve uluslararası siyasal destek sağlama görevidir. PKK’nın, dönemin sosyalist ülkeleri ile ilişkiye girmesini Suriye sağlamıştır. Maddi destek olarak planlanan, uyuşturucu ticaretinden PKK’ya kaynak sağlanmasıdır. Bu dönemde ele geçirilen teröristlerin üzerlerinden çıkan notlardan; İran, Suriye ve Libya ile sürdürülen ittifakın geliştirilmesinin yanı sıra diğer sosyalist ülkelerle de ilişkilerin geliştirilmesi yönünde kararlar alındığı ve bu çerçevede Bulgaristan’ın Suriye Büyükelçiliği çalışanları ile A. Öcalan’ın görüştüğü, silah ve teknik malzeme istediği yer almaktadır. 1990 yılı ile birlikte Suriye, Irak ve İran’daki kamplarda kışı geçiren PKK’lı teröristler bölgeye sızarak, Nevruz öncesi ve sonrasında kanlı terör eylemlerinde bulundular. Nevruz öncesi yakalanan 200 teröristin öğrenildiğine göre PKK’nın gönderdiği 200 teröristin içinde yoğunlukla Suriyeli militanların olduğu ortaya çıkmıştır. Lider kadro arasında Doktor Kendal isimli Suriye uyruklu militan olduğu resmi makamlarca açıklanmıştır.
Suriye, 1994 sonu Parlamentosuna bölücü terör örgütü PKK ile iltisaklı 24 vekili almıştır. Keza aynı dönemlerde Hollanda meclisine de dönemin DEP vekilleri alınmış ve Türkiye karşıtı konuşmalar yapılmasına izin verilmiştir. BND’nin Temmuz 1995’de hazırladığı raporda, “PKK’nın Uluslararası Uyuşturucu ticareti ve Avrupa’daki kundaklama ve şiddet eylemlerini Şam’daki Komuta merkezinden yönlendirdiğinin” belirlenmesi sonucu, Hristiyan Demokrat Partisi’nin (CDU) eski Berlin Eyaleti İçişleri Senatörü Heinrich Lummer, aynı yıl Ağustos ayı sonunda Şam’a giderek, bölücü terör örgütü lideriyle baş başa görüşmüştür . Keza Öcalan, tutuklanıp Türkiye’ye getirildikten ve yargılanırken verdiği ifade de, 1995-1996 yıllarında Almanya Anayasayı Koruma Teşkilatı üyelerinden bir kişi ve birkaç Alman milletvekili ile görüştüğünü ifade etmiştir . Alman devletinin, “Kürt Sorunu” üzerinden algıladığı bu konuda, gerek uluslararası uyuşturucu ticaretinden gerekse Almanya ve Avrupa’daki terör eylemlerinden sorumlu tutulması gereken ana merkezin Şam tespiti doğru olmakla birlikte; PKK’yı yasakladığı 1993 yılından günümüze, örgütün ülkesindeki yapılanması ve faaliyetlerine göz yumması düşündürücüdür.
Suriye, bölücü terör örgütü PKK ile olan çok yönlü (terörizm, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı) ilişkisini her ne kadar kabul etmese ve reddetse de, bu duruma yönelik tepkiler sadece Türkiye’den değil Ortadoğu devletleri tarafından da dile getirilmiştir. Örneğin, dönemin İsrail Başbakanı Şimon Perez 14 Aralık 1995 tarihinde Amerikan Kongresinde yaptığı konuşmada, kendisine PKK ile ilgili soruya “Suriye hiçbir terör örgütüne destek sağlamamalı ve bu terör örgütlerini topraklarında barındırmamalı” demiştir. Oysa İsrail’in, Türkiye ve bölge ülkelerine yönelik, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgenin jeopolitik özellikleri esas neden olarak arka planda yer alırken; insan hakları, azınlıklar gibi kavramlar devletin karşısına konularak ulusalcı politikaların eritilmesi ve devletin güçsüzleştirilmesini hedeflediği açıktır. İsrailli araştırmacılar, 1980 yılından bu yana Türkiye’deki azınlık sorunlarını ve etnik sorunları derinlemesine incelemektedir. Bunun anlamı; Türkiye gelecekte Arap müttefiki olarak İsrail’e düşmanca bir tutum takınırsa o zaman bu İsrail için çok büyük bir tehdit oluşturur. Bu nedenle Türkiye’nin istikrarsızlığı İsrail için son derece önem taşır.
İsrail’in bu ve benzer konuları inceletmesinin bir diğer sebebi de kurmak istediği federasyonun bir parçası olan “Kürt devletinin” beşerî temellerinin atılmasıdır. Bu bağlamda İsrail’in bölgeye yönelik projesinin temelinde su ve toprak kaynağı olan Fırat ve Dicle nehirleri birinci hedeftir. 26 Ekim 1994 tarihinde yayınlanan Başbakanlık genelgesinde Güney Doğu Anadolu’nun kendine has yapısı gerekçe gösterilerek, bölgede toplu çiftlikler merkezi köylerin ve aile işletmelerinin kurulması planlanmıştır. Ancak yöre halkının başvuruları güvenlik nedeniyle reddedilir. Bu genelgenin yayınlandığı hafta Türkiye Musevi Cemaatinin temsilcisi olan Nesim Levi Türkiye’den İsrail’e göç etmiş olan Yahudi ailelerinin bir kısmının Türkiye’ye geri dönerek Şanlıurfa yöresine yerleştiğini söyler. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) bölgesine sistematik bir şekilde Yahudi nüfusu yerleştirilmiştir. Buraya yerleşen Yahudiler daha önce GAP’ta kendi şirketlerine toprak tahsis edilmesini istemişlerdir . Günümüzde de Yahudilerin, KKTC’den toprak aldıkları ve KKTC’nin demografik değişime uğradığı haberleri yer almaktadır.
Bu maksatla İsrail, bölücü terör örgütünü kimi zaman besleyen, kimi zaman örgüt militanlarını MOSSAD ajanlarınca eğiten, kimi zaman da sözde “Kürdistan” konusunda destekleyen bir tutum sergilemiştir. Keza 7 Ekim 2023 HAMAS’ın terör saldırısından sonra üst düzeyde “ Büyük Kürdistan’ın Kurulması mücadelesinde PKK’yı destekliyoruz” açıklaması sadece Ankara’nın HAMAS konusundaki tutumu ve Türkiye’deki ofislerinin açık oluşuyla sınırlı olmasa gerek.
Bu dönemde Suriye dışında Yunanistan devreye girmiştir. Yunanistan PKK işbirliği Haziran 1995’te yakalanan Küçük Zeki kod adlı Nevzat Çiftçi, özellikle Yunanistan’ın PKK’ya açık destek verdiğini belirterek “Suriye ve Yunanistan üzerinden iki kere yurtdışına çıktım. İki ülkenin örgüte dostça yaklaşımı var. Suriye ve Yunanistan’a giriş çıkışlarda hiçbir zaman sıkıntı ile karşılaşmadım. Hatta Yunanistan’da üst düzey generaller benimle bizzat meşgul oldular” demiştir. Yunanistan’da gerekli faaliyetleri organize eden Yunan İstihbarat Teşkilatı’dır (EİP). Yunan İstihbarat Teşkilatı mensupları Mart 1992’de PKK’lı bir grup ve Suriye Elçiliğinden bir kişi ile bir toplantı yapmışlardır.
Gerçekleştirilen bu toplantı, Suriye ve Yunanistan’ın nasıl bir sistemli organizasyon içinde olduklarını göstermektedir. Gerçekleştirilen toplantıda, her iki ülkeyi temsil edenlerin aldıkları karar Türkiye’deki terör eylemlerine hız verilmesi yönünde olmuş; Suriye’nin, PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki varlığını güçlendirmesi, Yunanistan’ın ise, para ve silah yardımını artırması öngörülmüştür. Alınan kararların hemen akabinde, Yunanistan’ın Volos Limanından Mayıs-Eylül ve Kasım 1992 tarihlerinde, bölücü terör örgütü PKK’ya silah gönderilmiştir .
1990’lar itibari ile bölücü terör örgütü mensuplarının hem Avrupa’dan hem de Türkiye’den Suriye’ye geçişleri Yunanistan aracılığıyla gerçekleşmiştir. Keza Kandil tarafından belirlenen ve Avrupa ülkelerine atanan terörist liderler de Suriye’den Yunanistan’a oradan da Avrupa’da etkin oldukları Almanya, Belçika, Hollanda, Fransa, İsveç, İsviçre, Danimarka ve diğer ülkelere geçiş yapmışlardır. İllegal yollarla önce Yunanistan’a sonrasında da Almanya’ya geçiş yapan PKK mensupları, gittikleri Avrupa ülkelerinde Suriye konsolosluklarına ellerindeki her türlü pasaportla (pasaport ve diğer evraklar konusunda Kıbrıs Rum Kesimindeki PKK’lı ve örgüt lobisi etkindir) müracaat edip, PKK’lı olduklarını belirtmelerini müteakip Suriye vizesi almakta ve çok rahatlıkla Almanya’dan Şam’a gelmektedirler.
Kısacası Yunanistan uzunca bir süre Suriye-Irak ve Avrupa arasında köprü ülke vazifesi görmüştür. 15 Temmuz 2016’dan itibaren de Fethullahçı terör örgütüne mensupların da önce Yunanistan’a ardından da diğer Avrupa ülkelerine kaçtıkları bilinmektedir. Bunun yanında Yunanistan, Lavrion kampında teröristleri himaye etmiş, askeri eğitim almalarını sağlamış; Öcalan’ın, Suriye Şam’dan çıkarıldıktan sonra Kenya’daki Yunan Büyükelçiliğinde saklamış; yakalandığında üzerinde de Kıbrıs Rum Yönetimi adına düzenlenmiş pasaport çıkmıştı.
Birinci Körfez Savaşı sırasında, bölgede yapılan keşif uçuşlarıyla PKK’nın Suriye’de 6, Irak’ın kuzeyinde 14 ve İran’da ise 23 kampının olduğu kayıtlara geçmiştir. Suriye, tüm uyarılara rağmen terör örgütlerine ve başta PKK’ya olan desteğini inkâr etmeye devam etmiş hatta Ocak 1995 itibari ile yeniden artırmıştır. PKK’nın, hem Irak’ın kuzeyinde hem de Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde gerçekleştirmeyi planladığı “atılım” için, Suriye telkininde; bölücü terör örgütü PKK Ahmet Cibril liderliğindeki FHK-GK ile işbirliği ve George HABAŞ liderliğindeki FHKC ile işbirliği ve ortak eylemler anlaşmasını yapmıştır. Yanı sıra PKK, FHKC-GK ile de bir toplantı gerçekleştirerek Ahmet Cibril’in oğlu Cihad Cibril’e bağlı bir eğitim grubunca PKK teröristlerine, turistik bölgelerde bombalı terör eylemleri gerçekleştirmek için oto ve benzeri araçlara patlayıcı yerleştirme konusunda eğitim verilmesi sağlanmıştır.
Bölücü terör örgütü PKK’yı koruması altına alan Suriye’nin; Türkiye’ye yönelik hedefleri, bölgesel (Irak’ın kuzeyine yönelik) çıkarları, uluslararası terörizm, uyuşturucu ve silah kaçakçılığındaki hesap/planları açısından örgütün varlığı ve devamı oldukça önemlidir. Bu bağlamda merkezi Vaşington’da bulunan U. S. Global Strategy Council’in “Kürdistan İşçi Partisi (PKK)ne ilişkin Rapor” başlığını taşıyan çalışmasında, “Suriye’nin, bölücü terör örgütü PKK için hazırladığı 2000’li yıllar stratejisi” şu şekilde açıklanmıştır. “1995’ten 2000 yılına kadar sığınabilecekleri “kurtarılmış Bölgeler Yaratma”, Türk radikal Sol gruplarla ittifaklar kurma ve geniş çaplı gerilla harekâtını yürütebilecek kuvvetler oluşturmaktır .”
Uğur Mumcu, iki terör örgütünün işbirliğini yazdığı yazılarda, “ASALA İnterview” adlı broşürde ASALA’nın PKK ile kolektif düzenlediği basın toplantısının tutanağı yer alır. “İnterview with Mihran Manikyan” isimli bir başka broşürde ise Ermeni-Kürt işbirliğiyle ilgili açıklamalara yer verildiğini yazmıştır. Andrew Mango, Türkiye’nin Terörle Savaşı isimli kitabında, Fransız terör uzmanı Claude Moniquet’in ilginç iddiasına yer verir. Moniquet, ASALA ile Fransız yetkilileri arasında bir anlaşmanın yapıldığını, bu anlaşmaya göre ASALA, Fransa’da eylem yapmayacak, örgütün bu anlaşmaya uyması halinde Fransız emniyeti ve hükümet yetkilileri ASALA’nın; Fransa’yı bir üs olarak kullanmasına göz yumacaktır. Dönemin Fransız İçişleri bakanı Gaston Defferre, ASALA ‘ya sahip çıkmış ve militanlarının haklı bir davayı savunduklarını ileri sürmüştür.
Fransız hükümetiyle ASALA arasındaki anlaşma 15 Temmuz 1983’te ASALA ’ya bağlı Ermeni Tedhiş Örgütü ASAJ tarafından gerçekleşen Orly Saldırısı ile son bulur; saldırıda 8 kişi öldürülür. Ermeni terör eylemleri, 1980’li yılların ortalarında fiilen durma noktasına gelmişse de son saldırı 19 Aralık 1991’de Budapeşte’de Türk Büyükelçiliğine ait zırhlı makam aracına yönelik gerçekleşir. Örgütlerin terör saldırıları durulmuş olsa da verilen siyasi destek devam eder.
PKK’nın Ermeni terör örgütleriyle yakın işbirliği, kolektif terör eylemleri gerçekleştirdiği gibi İran Kudüs Gücü’nün de PKK ile işbirliğine giderek kolektif eylemler gerçekleştirdiği açık kaynaklardan bilinmektedir. İranlı yetkililer Ermeni ve Süryani silahlı örgütleri desteklemeye IŞİD/DEAŞ, El-Nusra Cephesi, Ceyş-ul İslam ve Ahraruş-Şam gibi selefi cihatçı örgütlerin gayrimüslim düşmanlığına karşı “Kitap Ehlini Korumak” başlığı altında meşruiyet kazandırmaya çalıştığı fakat İran’ın desteklediği Ermeni ve Süryani terör örgütlerinin ortak yönünün PKK/YPG ile iltisaklı olması; Türk düşmanlığı motivasyonuyla hareket eden Büyük Ermenistan ideolojisine sahip olmaları şeklinde ifade edilmektedir .
Suriye iç savaşında aktif rol alan Suriye merkezli Ermeni ve Süryani örgütlenmeler içinde Süryani Sootoro Tugayı, Habur Muhafızları, Süryani Askeri Konseyi ve Ermeni Nubar Ozanyan Tugayı’nın isimleri ön plana çıkmaktadır. Bu örgütlenmeler, İran Kudüs Gücü ve Beşar Esad tarafından desteklenmelerine paralel olarak PKK/YPG çatısı altında kolektif terör eylemlerinde bulundukları tespit edilmiştir. Yuhan Kevser komutasında faaliyet gösteren Sootoro Tugayı, 2012 yılında Süryani Birliği Partisi’nin askeri kolu olarak kurulduğu ancak 2014 yılında Süryani Birliği Partisi’nden ayrılarak bağımsız bir milis örgütlenme olarak İran Kudüs Gücü ve Beşar Esad saflarına katıldığı ifade edilmektedir. Shamoun Kato liderliğinde faaliyet gösteren Habur Muhafızları’nın merkezi Haseke’nin Tel Tamer kasabasıdır. PKK/YPG çatısı altında yanı sıra İran Kudüs Gücü koruması altında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı silahlı eylemler düzenlemektedirler.
Suriye’de, ABD ve Fransa işbirliğinde ki, her türlü finansı Fransa’dan sağlanan Nubar Ozanyan Tugayı isimli örgüt 24 Nisan 2019’da tel-Tamir'de, PKK-YPG'nin çatısı altında kuruldu. Örgüt, adını 2017 yılında Suriye'nin Rakka vilayetinde öldürülen TİKKO mensubu Nubar Ozanyan'dan alır. Nubar Ozanyan Terör Örgütü kuruluş amacını: “Ermeni halklarını, kültürlerini aynı zamanda Suriye'nin doğusundaki toplumların halklarını “IŞİD/DEAŞ ve Türkiye'ye karşı” koruma şeklini ilan etti. Örgüt liderinin adı Monte Melkonyan; 12 Haziran 1993'de Karabağ'da öldürülen, 1980'lerde ASALA terör örgütünden gelmektedir. Örgüt militanlarının tamamı bölgede yaşayan Ermenilerden oluşur. Örgüt militan sayısının 2000-3000 arasında olduğu tahmin edilmekle birlikte başta Suriye olmak üzere komşu ülkelerdeki az sayıda Yezidi ve genel olarak Ermenilerden oluştuğu bilinmektedir.
Örgüt, PKK’nın Suriye kolu olan YPG çatısı altında, Suriye’nin kuzeyinde konuşlanan TSK’ya karşı PKK/YPG’li teröristlerle kolektif terör eylemleri/saldırıları gerçekleştirirler. Yanı sıra her iki örgüt ikinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan ordusuna yönelik Ermenistan saflarında yer almışlardır. Ermeni terör örgütü ASALA bitmiş, Ermenistan bölgeden elini eteğini çekmiş gibi görünse de bu sefer ABD-Fransa’nın desteğiyle; Nubar Ozanyan ve PKK/YPG işbirliğiyle, hedef ve amaçları doğrultusunda kolektif terör eylemlerine devam etmektedirler.
Kolektif Terörizm, Kolektif Silah ve Uyuşturucu Kaçakçılığı
“Terörist, uyuşturucu kaçakçısı ve kara para aklayıcısı PKK, bütün Avrupa’da neredeyse bütün uyuşturucu cinslerinin üretiminde, kaçakçılığında son derece iyi teşkilatlanmıştır. Suriye, ülkesinde PKK terör örgütüne hücre ve üyeler halinde faaliyet göstermesine izin vermektedir(Drug Enforcement Administration-DEA, Haziran 1995).”
Ulusaşırı terörizm, devlet destekli terörizm ve terörizmin dış destek boyutu incelendiğinde pek çok ülkenin ismi geçer ancak ilk akla gelen ülke 911 km sınır komşumuz olan Suriye olacaktır. Zira Suriye, Ortadoğu genelinde uluslararası terör-terörizmi yaratan ve özellikle Türkiye’ye karşı en yoğun şekilde yaşatan ülkelerin başında gelir. Çalışmanın teorik kısmında da ifade edildiği üzere, terör örgütleri, sadece terör eylemleri gerçekleştirmek için bir araya gelmez veya işbirliğine girmezler. Yanı sıra terör örgütleri ve terörü bir devlet politikası haline getirmiş ve terör örgütlerine birçok konuda destek veren pek çok ülkenin de kolektif terörizm, kolektif uyuşturucu ve silah kaçakçılığına giriştiği görülmektedir. Bu ülkelerden birisi ve en önemlisi de Suriye’dir.
Suriye, doğal kaynakları, stratejik ve politik önemi, diğer bölge ülkelerine kıyasla tarihsel geçmişi, dinler tarihi açısından önemi ve sosyo-politik dinamiklerinden ötürü siyasi mücadele ve çalkantılara hep açık olmuştur. 1948’de İsrail’in kuruluşu ile birlikte bu siyasi mücadele daha da artmıştır. Akabinde yaşanan mücadele gerek bölge ülkelerinin gerekse Batı dünyası ile ilişkileri ve kendi iktidar yapılarını da etkilemiştir. Bunun sonucunda özellikle 1970-1980’li yıllar boyunca uluslararası terörizmin bölgesel dinamiklerini oluşturmuştur. 1517-1918 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyeti altında kalan Suriye, birinci paylaşım savaşının hemen ardından kısa süreli bir krallık rejimi yaşamıştır. 1920-1936 yıllarında Fransız manda idaresine girmiştir. 1936’da Fransa denetiminde bir Cumhuriyet ilan edilmiş 1945’de çok partili parlamenter sistemin kurulmasına paralel 1946’da bağımsızlık kazanmıştır.
8 Mart 1963 yılında iktidarı ele geçiren Baas Arap Sosyalist Partisi, ülkenin siyasi tarihine damgasını vurmuştur. Baas mensubu Hafız Esad’ın totaliter rejimi ülkeye istikrar getirmiş ancak dış politikada Arap Baas Partisi ülkeleri gereği, milliyetçi ve batı karşıtı bir yola girmiştir. 1967-1973 yılları arası Arap-İsrail savaşlarındaki yenilgisi ve 1967 savaşındaki toprak kaybı sonucu Arap dünyasında meydana gelen bölünme, Suriye’nin Arap Milliyetçiliğine yeni bir şekil vermesine ve farklı bir dış politika izlemesine sebep olur.
Dış politikasına oturttuğu yeni politikası: “Arap toplumunu kalkındırmak ve Atlas Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne kadar bütün Arap milletini birleştirmek” fikrinin içerisine ilaveten “Lübnan, Ürdün, Filistin ve Türkiye’den Kahraman Maraş, Bingöl, Adıyaman, Diyarbakır’ın kuzeyine kadar ulaşan Toros’un güneyinde kalan alanı da kapsayacak şekilde, Büyük Suriye’nin oluşturulması” idealinin yerleştirilmiş olmasıdır. Büyük Suriye idealine göre belirlenen yeni dış politikası ise: İsrail işgali altındaki toprakları kurtarmak, Lübnan ve Arap-İsrail uzlaşmazlıklarını kendi çıkarları doğrultusunda çözmek, Arap dünyasındaki gerici yönetimleri yıkmak ve Baas İlkelerini Arap dünyasına benimseterek; Arapların lideri/ülkesi olmak, Arap dayanışmasını bozmaya yeltenen Emperyalist güçlerle savaşmak ve Türkiye’nin gasp ettiğini iddia ettiği İskenderun’u yeniden almaktır.
Suriye Ulusal Sosyalist Partisi’nin kurucusu Artun Sana da, Suriye’ye Sina yarımadasını, tüm Irak’ı ve hatta Kıbrıs’ı bile dâhil etmektedir. Bir istisna dışında bu geniş sınırlar, çok az kişinin ilgisini ve desteğini çekmeyi başarmıştır. Bu istisnai durum, Irak’ın ve Suriye’nin oluşturduğu “Verimli Hilal” projesidir .
Suriye’nin uluslararası terörizmle ilişkisi, Filistinli örgütlere sağladığı destekle başlamıştır. Filistinli örgütlerin giriştiği terör eylemleri sonucu İsrail’in hızlı ve sert misillemelerle karşılık vermesi sonucu Suriye, uluslararası terörizmi eylemlerin üçüncü ülkelere taşınması boyutunu üstlenmiştir. Bu bağlamda Suriye’nin desteğinde, terör yoluyla uluslararası gündemi belirlemek maksadıyla girişilen ilk eylemler; Suriye’nin kuruluşlarından itibaren destek olduğu ve barındırdığı Filistinli gruplardan, George Habaş liderliğindeki Filistin Kurtuluş Halk Cephesi’nin (FKHC) 1969 yılındaki uçak kaçırma eylemi ve 5 Eylül 1972’de, El-Fetih’e bağlı KARA EYLÜL örgütünün, uluslararası terörizm yazımında bir dönüm noktası olan, 1972 Münih Olimpiyatlarındaki 10 İsrailli sporcuyu rehin alıp öldürmesidir . Suriye, terörizmi kullanarak giriştiği liderlik mücadelesinde Lübnan’ı uygulama alanı haline getirmiştir. Lübnan’daki Ebu Nidal örgütünü kullanarak, Filistinlileri birbirlerine kırdıran bir kamplar savaşına sebep olmuştur.
Suriye, 1975 iç savaşı sonrası, Lübnan yönetiminin talebi üzerine, bu ülkeye asker göndermiştir. Suriye, 1 Haziran 1976’da Lübnan’ı işgal etmiş; İsrail ile giriştiği mücadelede Lübnan’ı önemli bir mevzi olarak görmüş sonraki yıllarda Lübnan’daki barış ve normalleştirme girişimleri ile işgal konusunu, Arap-İsrail uzlaşmazlığı içerisine çekerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin de (SSCB) desteğiyle sürüncemede bırakmıştır. Lübnan’ı uluslararası terörizmin merkezi haline getirmek amacıyla; Suriye, bölgedeki kontrol ve etkinliği bilinen Filistinlilerin meşru temsilcisi Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) parçalamaktan da kaçınmamıştır. Suriye, bölgede kilit ülke olabilmek için FKÖ’nün bir bölümünü kendi ekseni etrafında toplamıştır. Lübnan’da İran ve Filistinlilerin nüfuzu azaldığında ise Hizbullah ile de ilişkisini geliştirmiş; Hizbullah örgütünü de kendi kontrolü altına almıştır .
Suriye, nüfuzu ve kontrolü altına aldığı Filistinli örgütler ile diğer terör örgütlerini Lübnan’da konuşlandırarak, hem dış politikasındaki hedef/çıkarlar noktasında terör amaçlı bunlardan istifade etmiş hem de kendisi için kârlı olabilecek ve terörizmi finanse edecek uyuşturucu ve silah kaçakçılığı işinde kullanmıştır. Suriye’nin Lübnan’da konuşlandırdığı ve kontrolü altına aldığı terör örgütlerini aslında Suriye pek çok açıdan bir aparat olarak kullanmıştır. Sadece Suriye değil, uluslararası terörizm içerisinde, terörü politika ve yöntem olarak benimseyen ülkelere bakıldığında, bu ülkelerin terörizmle anılmasının cevabı: demokratik niteliği olmayan ve uluslararası siyasi müzakerelerden kaçınan bir ülkenin bulduğu en kolay çözüm yolunun gayri resmi nüfuz araçları bulmak ve kullanmak olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu bağlamda Suriye’nin Türkiye ve Türk düşmanlığı politikası da bu amaca hizmet etmektedir. Filistinli örgütler ile diğer terör örgütlerini Lübnan’da konuşlandıran ve kontrol altına alan Suriye, kendi ülkesindeki Kürt nüfusunu bölücü terör örgütü PKK’nın etki alanına bırakarak, terör tehdidini Türkiye’ye yöneltmiştir. Suriye, hasım ve mücadele içerisinde gördüğü hedef ülkelere karşı terörizmi etkili olarak değerlendirmiş ve diplomatik müzakereye yanaşmış olsa bile, elinde bir pazarlık konusu olarak tutmak istemiştir.
Suriye’nin gerek Ortadoğu ve Avrupa’daki teröristlerin faaliyetlerinde gerekse Türkiye’ye karşı Ermeni terör örgütleri ve bölücü terör örgütü PKK aracılığıyla gerçekleştirilen terör saldırılara verdiği desteğin arkasında kesinlikle bu mantık kurgusu vardır. Suriye, bu nedenle farklı amaçları olan ve birbirine zıt ideolojiler altında eylemlere girişen; Marksist-Leninist gruplardan dini motifli veya selefi cihatçı örgütlere, katı milliyetçi şiddet gruplarına kadar çok geniş bir yelpazede pek çok örgüte yataklık ve yardım yapmış; yapmaktadır.
Bahsi geçen bu örgütler, farklı ideoloji ve amaçlara sahip veya benzer ideolojilere sahip olsalar bile, bütün bu grupların ortak özelliğinin, belirli bir konu veya ortak çıkarları için terör eylemlerine girişmeleri ve bu eylemleri ile kendilerini kullanan ülkelere karşı taşeron örgüt durumuna düşmeleridir. Bu bağlamda Suriye devlet yetkilileri ile teröristler bir araya gelerek pazarlık yapmışlardır. Örneğin Suriye’de barınan ve açık desteğini alan FHKC lideri Ahmet Cibril, bir Amerikan uçağını düşürmesi için 10 milyon dolar almıştır. Bir başka örnekte ise Suriye, Camp David anlaşmasına bir tepki olarak Filistinli örgütlere Sebat Cephesi’ni kurdurmuş; Avrupa’daki bazı hedeflere yönelik terör eylemleri düzenletmiştir.
Suriye, 1970 yılında iktidara gelen Hafız Esad yönetiminde, terörü bir devlet politikası olarak uygulayabilmek için gerekli olan devlet yapılanmasını oluşturmuştur. Baba Esad döneminde rejimin ekonomik kaynakları arasında silah ve uyuşturucu kaçakçılığı önemli bir yere sahiptir. Askeri ve İstihbarat teşkilatlarına ait yapılanma ise terörizmin koordinesi ve denetlenmesinde işlerlik kazanmıştır. Örneğin 1980’li yılların başında Suriye istihbaratı Muhaberat’ın koordinesinde, ortaklaşa veya ayrı ayrı Şii’leri El Saika, FHKC-GK ve Ebu Nidal gibi Filistinli örgütleri, Ermeni terör örgütü ASALA militanlarını, uluslararası terörist İlyiç Ramirez Carlos’u (Çakal) da kullanarak, yurtdışında bulunan rejim aleyhtarı Suriyelilerin tespiti ve ortadan kaldırılmasını gerçekleştirmiştir.
Suriye rejimi, silah, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörist faaliyetlerin organizasyonunu belirli bir odak noktasından yerine getirmiştir. Bölücü terör örgütü PKK, THKP-C/Acilciler, Dev-Sol, MLSPB, TKP ML Örgütleri ile Japon Kızıl Ordu, Fransız Doğrudan Eylem, IKDP, KYB, Ebu Nidal, ASALA, Pakistan El-Zülfikar ve Lübnan Silahlı Devrim Grubu militanları Şam ve Paris’ten yönlendirilmiştir. Şam’daki koordinenin başında Askeri İstihbarat Başkanı Ali DUBA, Paris’teki koordinenin başında ise Rıfat Esad yer almıştır. 1982 yılında Hama’da binlerce insanın katlinden sorumlu olan Rıfat Esad’ın Paris’e gönderilmesinin nedeni: Avrupa’daki terör örgütlerinin yönlendirilmesi ve Avrupa’da yaşamakta olan rejim aleyhtarı Suriyelilerin ortadan kaldırılması ile ülkenin içine düştüğü mali krizden kurtarılmasıdır.
Rıfat Esad, Lübnan’da anlaştığı iki terör örgütü Hizbullah ve Emel Hareketi ile Lübnan Sosyalist Partisi mensubu vekilleri aracılığıyla uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne almıştır. Bu dönemde Avrupa’da uyuşturucu kullananlardan muhbir olarak da faydalanan Rıfat Esad, terörizm ve uyuşturucu ağının ana belirleyicisi olmuştur. Rıfat Esad kontrolünde, Hizbullah Terör örgütü, gerek Avrupa ülkelerinde gerek Türkiye’de bir dizi terör eylemi gerçekleşmiştir. Dönemin bazı Avrupalı diplomatlarının, Rıfat Esad yönetimindeki şebekesinin, öldürülen Romanya eski Cumhurbaşkanı Ş. Çavuşesku ile de terörizm konusunda işbirliği yaptığı yönünde açıklamalarda bulunmuşlardır. Romanya’daki halk ayaklanmasında ihtilalci gruplara karşı direnen “Securitate” isimli örgüt mensupları arasında pek çok Suriyeli polislerin yer almış olması diplomatların açıklamalarını doğrular nitelik kazanmıştır. Suriye’nin işgalindeki Lübnan, uluslararası terörizmin barınağı, silah ve uyuşturucu kaçakçılığının da ana limanlarından biri haline gelmiştir.
Suriye’nin kontrolü altında olan Bekaa Vadisi’nde, teröristlere ait toplamda 50 kampın içerisindeki en büyük kamp ise; terör örgütü PKK’ya tahsis edilen “Mahsun Korkmaz Akademisi” isimli kamptır.
16 Nisan 1992 tarihli dönemin Hollanda gazetesi Volksrant, bölücü örgüt mensubu Hunar isimli bir terörist ile yaptığı söyleşide: örgüte ait kampların Suriyeli yetkililerin kontrolünde bulunduğunu, kampta bulundukları eğitimleri süreci içinde Suriye resmi makamları tarafından onaylanmış özel kimlikler verildiğini; terör örgütü lideri A. Öcalan’ın Şam’da ikamet etiğini, o dönem PKK’nın askeri kanat sorumlusunun Ebu Bekir olduğunu ve Suriye sınırında Bar Elias bölgesinde faaliyet gösterdiğini söylemiştir. Aynı dönemde İngiltere’de yayınlanan The Sunday Times gazetesi, 13 Ekim 1991 yılında, PKK’lı teröristlerin kamplarda çekilmiş resimlerini yayımlamış ve altında şu bilgi verilmiştir. “Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın Lübnan’da 40 Bin askeri var. Lübnan yönetimi üzerinde baskı uyguluyorlar. Suriyeli askerler, PKK’nın kamplarına karışmama yönünde talimat almışlar… Suriyeliler, PKK kamplarını gösteren işaret levhalarının yanına, bir de kontrol noktası koymuşlar.”
Baskılar sonucu bölücü terör örgütü PKK’ya olan desteğini inkâr/yalanlama politikası güden Suriye’ye karşı Türkiye; ülkenin Güneydoğu Anadolu bölgesine sızarak terör eylemleri gerçekleştiren PKK ve büyük şehirlerde PKK’nın taşeronluğunu üstlenen Dev-Sol, DKP-SHB gibi sol terör örgütlerinin güzergâhları değiştirilmiştir. Bu tarihten itibaren, Suriye içinde yer aldığı uluslararası kaçakçılık ağı ile teröristlerin güzergâhı birleştirmiştir. Suriye’nin Lazkiye Limanından sandal veya motorlarla açılan teröristler Samandağ/Hatay’a girmişlerdir. Aynı Limandan gemi ile Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne (GKRK) giden teröristler oradan da motorlarla Akdeniz sahillerine geçiş yaparlar.
Örgüte kullandırılan bu rotanın amacı Suriye sınırlarını kullanmamaktır. Bu maksatla ikinci bir rota daha belirlenir. Bu rota ise, GKRK’den Yunanistan’a oradan da motorlarla Ege sahillerine veya Meriç Irmağından botlarla Edirne’ye sızma şeklindedir. Suriye rejiminin belirlediği bu strateji, bir yandan ülkesinin terörizme destek veren ülke imajından çıkmasını sağlamak öte yandan da bölücü terör örgütü PKK’ya Yunanistan ve GKRK’nin de desteklediğini öne çıkararak kendi ülkesini aklamaya çalışmıştır. Araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’nun, 15 Mart 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Kamplar” başlıklı yazısındaki tespitler son derece önemlidir. “1973 yılında başlayan Ermeni terörü, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra hızlandırıldı. Ermeni terörünün baş destekçilerinden biri Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’ydi…
1973’te başlayıp, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile hızlanan Ermeni terörü 23’ü diplomat olmak üzere 51 can almıştı! 1984 yılında kesilen Ermeni teröründen sonra PKK Terörü başlatıldı.” Suriye’nin, 1990’lardan itibaren uluslararası terörizme destek veren ülke olma baskıları artınca, Büyük Suriye hayalini güden Suriye rejimine 1980’den 1990 sonlarına kadar verilen veya göz yumulan terörizm, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı görevi bir süreliğine GKRK ve Yunanistan fay hattı aktifleştirildi.
Dolayısıyla hem terörizmin desteklenmesinde hem de silah ve uyuşturucu kaçakçılığındaki görevleri aktifleşti. Burada önemli olan ve pas geçilmemesi gereken önemli ayrıntı ise; bahsi geçen ülkelerin hiçbirinin gücü nispetinde bile olsa gerek tek başlarına gerek ise iki veya daha çok ülkenin ve bunlarla işbirliğinde olan terör örgütlerinin katılımıyla gerçekleşecek eylemler değildi bunlar. Şüphesiz Suriye’ye, GKRK ve Yunanistan’a biçilen rollerin senaryosu Sovyetler Birliği (SSCB), İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından yazılmıştı. Özellikle ABD’den bağımsız kolektif terörizm veya kolektif terör eylemlerin gerçekleşmesi mümkün olamazdı.
GKRK, Suriye’nin uluslararası terörizme olan desteği ve uyuşturucu kaçakçılığında önemli bir yer tutmaktadır. Suriye, yıllar boyu Lazkiye Limanından Hizbullah terör örgütü kontrolünde ve Muhaberat denetiminde gemilere bindirilen teröristler ile yüklenen silah/askeri malzemeleri Larnaka Limanı’na ulaştırmış, silahlarla birlikte teröristler buradan Cypro Libya örneğinde olduğu üzere Libya veya Suriye gizli servisleriyle işbirliğinde olan şirketler üzerinden gemi ya da uçakla, hedef Avrupa ülkeleri limanlarına gönderilmiştir.
İşin garip tarafı ise, Yunanistan Kamu Düzeni Bakanlığı’nın 1990 yılına ait çok gizli olarak hazırladığı raporda; Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad’ın Ege adalarını uyuşturucu madde kaçakçılığı için üs olarak kullandığını yazmıştır. Ayrıca Yunan Kamu Düzeni Bakanlığı, terörizm konusunda ilk kez yayınladığı ayrıntılı raporunda: PKK’nın, K. Irak ve Güneydoğu Anadolu’daki uyuşturucu ticaretine karıştığını, kullandığı silah ve askeri teçhizatın büyük bölümünün esrar ve eroin kaçakçılığından temin ettiğini açıklamıştır. Yanı sıra HAMAS örgütü militanları ile Rıfat Esad’ın yakın çevresinin de uyuşturucu kaçakçılığına karıştıkları dile getirilmektedir .
ABD’nin kontrolünde, Suriye rejiminin yönetiminde gerçekleşen terörizm ve uyuşturucu kaçakçılığı için izlenen rota, rejim tarafından çok farklı amaçlar için pek çok terör örgütüne de açılmıştır. Örneğin 22 Kasım 1990’da İspanyol Emniyeti, GKRK yoluyla Lübnan’dan gelen, Fransa’daki Arap tutukluların serbest bırakılmasını ve Fransa’nın Hristiyan yanlısı politikasını protesto için kullanılacak, konserveler arasına gizlenmiş 200 kg patlayıcı, 258 ateşleyici ele geçirildiğini açıklamıştır.
Şam rejimi, gerek uluslararası terörizm gerek silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ve terör örgütlerine sağladığı desteğin kökeninde aslında SSCB’nin devrilmesinden sonra KGB’nin bıraktığı boşluk yatmaktadır. Suriye’nin uluslararası terörizm, silah ve uyuşturucu faaliyetlerine, 1988’de Filistinli Şii, Sünni ve Lâikleri, Beyrut Carlton Oteli’nde bir araya getirmiş ve uluslararası terörizm literatürüne INTERROR ismiyle geçerek; uluslararası terör koalisyonunun kurulmasını sağlamıştır. Şam rejimi, Muhaberat’ı KGB’nin yerine geçirmeye çalışmış, Aralık 1988’de GKRK tarafından kurdurulan “Kürdistan’la Dayanışma Komitesi” aracılığıyla Rum ve Yunan yetkililerin PKK ile temaslarını başlatmıştır. Bu kolektif terörizm ortaklığı/işbirliği, KGB’nin bıraktığı boşluğu doldurmakla Yunan Gizli Servisini (EİP) yanına alan Muhaberat’ın yeni politikası olmuştur.
Uluslararası terörizmde, kitabımıza konu olan adıyla kolektif terörizmde Suriye-Yunanistan işbirliği Newsweek dergisinin Ocak 1988’deki sayısında “Papandreu’nun, Suriye paralelinde bulunan Filistinli Komünist gerillalara, 100 milyon Drahmi yardımda bulunduğu” yazılmaktaydı. Suriye, bölücü örgüt için, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ağında paravan şirketleri, limanları ve taşımacılık rolü ile ön plana çıkan GKRK’ne, terörizmin var olma koşulu olan eğitim ve askeri amaçlı kamplarını da tahsis etmiştir. İsrail Gizli Servisi’ne atfen dönemin Jane’s Defence dergisinin verdiği haberde, “Güney Kıbrıs’ta Suriye eksenindeki Ebu Nidal üyeleri ile birlikte Muhaberat mensuplarının, Ermeni-Kürt ve Kıbrıs Rum teröristlerini eğittikleri” açıklanmıştır. “Stavrovuni” ve “Mahera” kamplarında eğitilmiş 135 PKK militanı, eğitim süreçleri bittikten sonra Kasım 1990’da Lübnan ve Suriye üzerinden Türkiye’ye terör eylemleri gerçekleştirmeleri için gönderilmişlerdir.
Suriye, Yunanistan ve GKRK üçlüsünün PKK’ya sağladıkları ve temin ettikleri silah sevkiyatı ise son derece önemli ve oldukça yüksektir. 1992 Mart ayında Suriye ile Yunanistan arasında yapılan bir anlaşma çerçevesinde Mayıs ayı sonunda bir Yunan gemisi, Suriye Ordusuna alınmış gibi gösterilen silahları, PKK’ya verilmek üzere dönemin Suriyeli makamlara teslim etmişlerdir. Yunanistan ve Suriye’nin PKK’ya sağladığı ve temin ettiği silah sevkiyatı Yunanistan’ın Volos limanından gerçekleşmiştir. Kasım 1991 ve Eylül 1992’de uçaksavar ve roketlerin PKK’ya ulaştırılması ise Suriye üzerinden gerçekleşmiştir. PKK’nın uyuşturucu trafiğinde etkili bir isim olan ve o dönem Sofya’da yaşayan Fatih Şaban, örgüte temin edilmek maksatlı silahları Volos limanından Suriye’ye göndermiştir. Bu iki ülke tarafından PKK’ya sağlanan silah desteği Stinger füzelerinin teminine kadar varmıştır.
1970’li yıllarda da, Makarios’un danışmanlığını yapan Marksist Vasos Lissaridis’in faaliyetleri ile NATO’nun doğu kanadını çökertmek maksadıyla Suriye’den gelen Arap teröristleri ve Komünist ülkelerden gelen ajanların faaliyetlerine açılan bölge; Lissaridis’in Türk düşmanlığınım kullanmasıyla da ASALA ve PKK terörizminin destekçileri, Yunanistan ve Suriye arasında köprü görevi üstlenmiştir. Yunanistan’ın Kıbrıs üzerinden Ermeni terör örgütü ASALA ve PKK’ya silah taşıdığı MOSSAD tarafından ortaya çıkartılmıştır. 2 Aralık 1994 tarihli Alman Die Welt dergisi, Alman İstihbarat Teşkilatı BND’nin, Dış Ticaret Bankası’nın 82-968-164 Nolu hesabına Ocak ayında 840 bin ABD Doları para yatırdığı, bu para ile silah satın alan Yunanistan’ın, Volos limanından silahları Suriye’ye gönderdiğini tespit ettiklerini açıklamışlardır. Güney Kıbrıs Kesimi, PKK’ya sağlanan silah ve askeri teçhizatın üssü olmakla kalmamış, Kaddafi’nin adamı olarak tanımlanan Lissaridis’e verdikleri kara paralar “Cypro Libya” isimli şirket üzerinden aklanmıştır.
Günümüzde PKK’nın Suriye uzantısı için “kara gücüm” diyen, diplomatik, siyasi, ekonomik ve askeri anlamda her türlü desteğini sağlayan ABD, Dışişleri Bakanlığı tarafından her yıl yayınlanan “Patterns of Global Terrorism” raporunun Nisan 1992 tarihli sayısında, “Bölücü terör örgütü PKK’nın İran, Irak ve Suriye tarafından desteklendiği ve Güneydoğu Anadolu, İran, Irak ve Suriye’deki kamplarında bulunan destekçilerinin mobilize edildiği” dile getirilmiştir.
16 Ocak 1994 tarihinde gerçekleşen Esad-Clinton zirvesi sonrasında, Şam yönetimi, ulus aşırı terörizme destek veren ülke konumundan ve yaftasından kurtulmak adına o dönem Suriye’de yaşamakta olan İlyiç Ramirez Carlos’u Libya’ya göndermiştir. Suriye’nin eski Berlin Büyükelçisi Faysal Sunmak, evvelce Almanya’da gerçekleşen bir terör eylemi olayında yer aldığı gerekçesiyle 1994 yılında Viyana’da tutuklanmıştır. Şam yönetimi, tüm uyarılara karşın Bekaa Vadisi’ndeki bölücü terör örgütü PKK ve diğer terör örgütlerine tahsis edilen kampları kapatmamıştır. 18 Eylül 1995 tarihinde ABD’nden uyarı alan Şam yönetimi, Hamas Örgütü’nün liderlerinden Ebu Marzuk’un ABD’nde tutuklanmasından sonra, bu örgüt tarafından Amerikalılara ve ABD çıkarlarına yönelik yapılan tehditler karşısında ABD harekete geçmiştir. Dışişleri Sekreteri W. Christopher, Filistinli terör örgütlerinin Amerikalılara ve ABD çıkarlarına yönelik olası eylemlerinden Suriye’nin sorumlu tutulacağını açıklamıştır. Oysa Hamas örgütü, FKÖ’nün devre dışı bırakılması için CIA ve MOSSAD işbirliğinde kurulmuştur.
Hamas’ı “bağımsızlık mücadelesi veren” Kuvayı milliye benzetmesi yapan Türkiye’deki siyasal karar alıcılar, Hamas lideri İsmail Haniye’nin, “Kürt Sorunu” ile Filistin Sorununu eş değer görmüştür. Haniye, 4 Ocak 2012’de bölücü terör örgütünün sözde siyasi uzantısı dönemin BDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş ile görüşmesinde, isim benzerliği vurgusu yaparak “Kudüs yeni Selahaddin’ini bekliyor” diyerek “Diyarbakır’ın özgürlüğünü görmek isteriz” açıklamasında bulunmuştur . Hamas lideri Haniye’nin Demirtaş ile görüşmesinde: “Ümit ediyoruz ki bütün haklarınızı elde edeceğiniz, kendi kimliğinizle yaşayacağınız günlere kavuşursunuz” yönünde değerlendirmelerde bulunmuştur. Yanı sıra Haniye, “Mavi Marmara gemisinde yaşamını yitirenler arasında bir Diyarbakırlının da olduğuna dikkati çekerek, Kanımız kanınızdır, şehidiniz şehidimizdir. Boynumuzda bir borçtur” ifadelerinde bulundu.
Şüphesiz Suriye’ye, GKRK ve Yunanistan’a biçilen rollerin senaryosu Sovyetler Birliği (SSCB), İngiltere, Fransa ve ABD tarafından yazılmıştı. Özellikle ABD-İngiltere’den bağımsız kolektif terörizm veya terör eylemlerin gerçekleşmesi mümkün olamazdı.
Sonuç
Türkiye, 1850’li yıllardan itibaren gerçekleşen pek çok ayrılıkçı/bölücü dış destekli Kürtçü ve bölücü ayaklanmalara/terör eylemlerine sahne olmuştur. Kürtçülüğün silahlı kolu olarak kurulan PKK ve uzantıları, kuruluşlarından varlıklarının devamına, gerçekleştirdikleri eylemlerden şemsiye örgüt konumuna yükselmelerine, Avrupa ülkelerinden Asya merkezli Japonya’daki faaliyetlerine ve örgütlenmelerine kadar hemen hepsinin arkasında Batı stratejileri ve girişimleri vardır.
Türkiye 1945’de Atlantik sistemine dâhil oldu. 1970’lerde başlayan süreçle beraber 1980’de ayrılıkçı bölücü PKK terör örgütüne, buna paralel şekilde “Kürdistan” ve Büyük İsrail Projesi canlandırıldı. Sözde kurulacağı iddia edilen “dört ayaklı Kürdistan” denilen alanda emperyalizmin çürümüş ahlaksızlıkları desteklendi.
AB de Kürtçülük üzerinden bölücülüğü ve silahlı kanadı PKK ve uzantılarını himayesine aldı. Türkiye’yi ve Türkleri savunanlara yönelik bu engeli kırmak adına “Kürdistan” projesinin önü açıldı. Avrupa’da her türlü Türk ve Türkiye karşıtı yapı desteklendi, değişik alanlarda çalışmalara hız verildi. AB’nin her türlü maddi/siyasi olanakları kullanarak desteklediği sözde “Kürdistan” projesi, Türkiye’nin sınır komşuları Irak, Suriye, siyasi olarak İran, İkinci Karabağ Savaşı ve öncesinde PKK-Ermeni işbirliği ile sınırlı kalmadı. Türkiye’yi, Doğu Akdeniz’de haklarından vaz geçirmek, Irak ve Suriye’deki operasyonlardan çekilmesini sağlamak, Türk yurdu Kerkük-Musul ve Kıbrıs politikalarından taviz vermek ve asker çekmesini istemekle sürdü.
Türkiye, bulunduğu coğrafya itibariyle, emperyalist ülkelerin bölgede olan çıkarlarıyla ters düşmektedir. Bu çıkar çatışmaları sadece bölgesel temelde kalmıyor; Afrika’ya da taşınmıştır. Ortadoğu’da ABD, RF, İran ve uzak da olsa şimdilik Çin gibi ülkeler ile ve bunların vekâlet savaşçılarıyla da karşı karşıya kalmakta; mücadele vermektedir. Kafkasya’da ise Ermenistan ve destek veren Batı’nın iftirası sözde Ermeni Soykırımı Türkiye’ye karşı Rusya Federasyonu tarafından diri tutulmaktadır. Son dönemde özellikle Afrika ve Ortadoğu’da Fransa ile sıkça çıkar çatışmasına giren Fransa, Kafkasya’da Rusya’nın himayesinde olan Ermeni kozunu sahiplenmek istemektedir.
Yakın komşumuz İran, çıkar çatışması üzerinden 1623 Kasrı Şirin Antlaşmasından günümüze İkinci Karabağ Savaşı’nda Ermenilerden yana tavır takınmış ve Suriye kuzeyindeki PKK/YPG ve çatısı altındaki Ermeni silahlı teröristlerin Karabağ savaşında Ermenistan adına desteklemiştir. Son olarak, bütün bu ve benzeri gerçeklere karşın Türkiye, son derece kapsamlı kolektif terör-terörizmle karşı karşıyadır. Türkiye, tehlikelerin ve tehditlerin yakın, orta, uzak vadeli oluşlarına göre ülkenin tüm çevresinde rasyonel politikaları ve gerçekleri göz ardı etmeden, duygusal yaklaşımlardan ve hamasetten uzak, tamamen ulusal çıkarlar siyaseti oluşturmalı ve uygulamaya geçirmelidir.
Buna göre:
• Yakındoğu’daki aktif politika, Batı destekli Petro-Dolar kukla Kürt devletine temel olacak nitelik arz edenleri bertaraf edecek her türlü askeri, diplomatik, ekonomik hamleler ve Irak’ın kuzeyine müdahaleden kaçınmamalıdır.
• ABD ve İran, Irak’taki her süreçte etkili baş aktörler konumundadır. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin, mezhep temelli stratejiler üzerinden Irak’ta pozisyon almaktadırlar. Diğer taraftan Çin ve Rusya küresel ekonomi ve enerji konusunda Irak’ta konumlanmaya çalışıyor. Türkiye ise dengeli ve istikrar sağlayıcı faktör olma çabası içerisinde ancak dirayetli bir adım henüz atmış değil. Özetle, Avrasya-Yakındoğu enerji kuşağında meydana gelen değişkenlerin ve güç dengelerinin kontrolü, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, meydana gelen enerji sıkıntısı, AB ve ABD açısından Yakındoğu petrol sevkiyatı: Irak ve İran ilişkileri ile İran’ın bölgeye yönelik nüfuz politikalarının devam ettiği görülmektedir. ABD ve İran arasındaki mücadelede sıkışıp kalan Irak’ın yeni bir denge ve dış politika arayışı içerisinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail ilişkilerinde normalleşme süreci, ABD’nin İran karşıtlığı nedeniyle bölge ülkelerini taraf tutmaya ittiği bir dönem olarak yorumlamak mümkündür.
• Terör örgütü PKK/KCK/YPG’ye, özellikle lider kadrolarına yönelik nokta operasyonlarına hızla devam edilmelidir. Bu nokta operasyonları askeri anlamda moral kaynağı oluşturacağı gibi terörle mücadeleyi askeri anlamda başarılı kılacak; fiziki ve fikri tüm destekçilerine yönelik açık cevap teşkil edecektir. Terörizmle mücadele konusunda ise Türkiye, terörizmi destekleyen fikri ve fiziki dolaylı ya da doğrudan destek sağlayan ülkelere karşı işbirliğini diplomatik olarak dayatacak; işbirliğine yanaşmayan ülkelere karşı bir yeni tavır sergileyecektir.
• Ulusal davamız Kıbrıs konusunda, tavizkar politikalara asla yer verilmemelidir. Kuzey Kıbrıs’taki arazi/toprakların yabancılara satışları asla gerçekleşmemelidir. Adada işgalci ilan edilen Türk ordusunun varlığının devamı ve Ege ordu komutanlığının daha da güçlendirilmesiyle birlikte, KKTC’de muhakkak bir deniz üssü inşa edilmelidir.
• Doğu Akdeniz’de gerek Türkiye’nin gerekse de Kuzey Kıbrıs Türk devletinin hakları sonuna kadar savunulmalı; Türkiye, Doğu Akdeniz’de sürekli GKRK ve İsrail-Mısır arasında yapılan gayri hukuki MEB anlaşmalarına itiraz ederek vakit kaybetmemelidir. Türkiye, kıyıdaş ülkelerle diplomatik görüşmelere hız verip Mavi Vatan’ın oluşturulmasında acilen kıyıdaş anlaşmalar ve MEB anlaşmalarına ağırlık vermelidir. Buna Mısır ile ilgili adımlarında bir an önce atılması eklenmelidir.
• Kafkas coğrafyasında, sözde Ermeni sorununun aktif politika ve kararlar ile uygulamaya sokulması üzerine Türkiye; şantaj içerikli sözde soykırıma destek veren ülkeler ile olan ilişkilerin askıya alınması konusunu ve diplomatik girişimleri daha fazla geciktirmemelidir.
• Türkiye, İsrail’in Golan Yaylasını işgaline diplomatik tepkisini sürekli göstermeli; İsrail’in işgalci bir ülke olduğunu her fırsatta dile getirmeli ve bu yönde stratejiler yürütmelidir. Ayrıca İsrail’in, öteden beri gerek ülkemizdeki gerek bölgedeki ayrılıkçı Kürtçülüğün silahlı kanadına verdiği askeri ve siyasi destek diplomatik baskı aracı olarak kullanılmalıdır.
• Türkiye, Rusya Federasyonu’nun Kırım İşgaline daha fazla seyirci ve sessiz kalmamalıdır. Kadim Türk yurdu Kırım’ın bağımsızlığı için Türkiye her türlü diplomatik adımı devreye sokmalıdır. Kırım, Karadeniz'in en önemli, en stratejik bölgesidir. Kırım’ın, Rusların elinde olması, Türkiye için, Türkler için hep tehlikedir. Kırım'a hâkim olan Karadeniz'e hâkim olur. Bu yüzden de Kırım'ı Türkler yönetmeyecekse, herhangi bir güçlü devlet de yönetememelidir.
• Türkiye, Çin hükümetinin Doğu Türkistanlı soydaşlarımıza uyguladığı insanlık dışı muamele ve yaklaşımlara en yüksek perdeden tepkisini vermelidir. Çin’in, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine uyguladığı devlet terörü uluslararası kamuoyuna daha gür sesle ifade edilmelidir. Doğu Türkistan’da yaşananlara ekonomik anlaşmalara halel getirmesin babında sessiz kalınması Türkiye’nin kazanımı değil Çin’in ve Irkçılık ile 21. Yüzyılın yeni soykırımlarını yapanların kazanımı olacaktır.
• AB uyum yasaları, Gümrük Birliği politikası yeniden gözden geçirilmesi zorunludur. Türkiye, AB ile müzakere sürecine, eşit haklara sahip devlet olarak bakılmadığı sürece sıcak bakan taraf olmamalıdır. AB uyum yasaları, Türkiye’ye karşı Kürtçü ve Bölücü politikayı; etnik kökenli yurttaşlarımızın gayrimüslim azınlıklar gibi algılanarak ‘Lozan Anlaşması’nın delinmesine yönelik yasalar olduğunu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Gerek AB ile gerek İngiltere ile Suriyeli sığınmacılar/kaçaklar üzerinden pazarlık yapılan ve sonucunda Türkiye’nin, AB’nin mülteci kampına dönüştürülmesi konusu ve geri dönüşüm yasasının ele alınması elzemdir.
• Türkiye, Geri Kabul Anlaşması’nı yeniden gözden geçirmelidir. Cumhurbaşkanının, Suriyelilere vatandaşlık verilmesinde ısrar etmesiyle Suriye’deki toprak bütünlüğünden bahsediyor olması tezatlık oluşturmaktadır. Cumhurbaşkanı, ülkesinin de toprak bütünlüğünü ve güvenliğini düşünmek ve buna yönelik kararlar alması gerekir. Türkiye daha fazla ekonomik, güvenlik ve sosyolojik kaygıları taşıyamaz noktasına gelmeden, sözde devrim yarattıkları Suriye’de yeni yönetimle konuyu ele almalıdır.
• Balkanlar’da ABD müdahalesinin Balkan felaketine sebep verildiği gerçeğini ön plana taşıyarak, Türkiye’nin gücünün ve etkisinin en az AB (Almanya) kadar etkin kılınması politikalarının devreye sokulması kaçınılmazdır.
• Lozan anlaşmasına aykırı olan, Türkiye’deki yabancı askeri varlığın ve üslerin yeniden ele alınması uygulamaları. ABD’nin ve AB-NATO müttefiki ülkelerin, PKK/YPG’yi desteklemeleri devam ettiği sürece ki, bu konuda Finlandiya-İsveç NATO üyeliği sürecinde ve şimdilerde değişen hiçbir şey yoktur-İncirlik ve Kürecik üslerinin kapatılmasının devreye sokulması kaçınılmazdır.
• Rusya Federasyonu’nun Suriye’de, bölücü terör örgütü PKK/YPG’yi desteklediği bilinmektedir. Türkiye, ABD’nin Hava Savunma Silahlarında ve F35 projesinde takındığı tavrı ve Temsilciler Meclisi’nden geçirdikleri Türkiye’ye ekonomik ve siyasi yaptırım kararlarını, İsveç-Finlandiya’nın NATO üyeliğinin bir anda ABD’nin F16 uçaklarına yönelik pazarlığına dönüşmesi de göz önünde bulundurup; Rusya ile olan yakınlaşmasında Rusya’nın tarihi bagajının göz ardı edilmeden diplomatik ilişkilere özen gösterilmelidir.
• Her ne kadar Türkiye’ye Irak’ın kuzeyinden bölücü terör örgütü tehdidi geliyor olsa da, Suriye’nin kuzeyinde şimdilik bir terör koridoru engellenmiş olsa da, Suriye’deki yeni durum ve Fırat’ın doğusunda ABD güdümündeki bölücü örgüt PKK/YPG tehdidi diridir. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeyi, önümüzdeki zaman diliminde Irak ile ortak yapılacağı ifade edilen askeri operasyon sebebiyle Sümen altı edilemeyecek derecede ciddi ve önemlidir.
Türkiye’nin çevresindeki ve büyük coğrafyadaki bu kuşatmayı tehdit olarak algılamasının önündeki en büyük engel hiç şüphesiz üzerinde yaşadığı coğrafya ve bu coğrafyanın avantaj ve dezavantajlarına yönelik milli politikalar ve stratejiler geliştiremeyişi gelmektedir. ABD ile başlayan patolojik sorunlu ilişkiler ‘’Stratejik müttefiklik ve İşbirliği’’ ve dolayısı ile NATO çerçevesinde geliştirdiği güvenlik konseptleri yatmaktadır. Türkiye’nin, gerek Batı’dan yani emperyalistlerden gerek ise Güneyimizde kurulan fiili bir devletten, Kürtçülük üzerinden bölücü terörden, sığınmacı/kaçaklardan kurtulmasının yegâne yolu; Türkiye’nin kayıtsız şartsız yeniden kuruluş felsefesine dönmek ve uygulamaktan geçmektedir.
Son olarak, çalışmanın başından itibaren vurgulamaya çalıştığım şekliyle kolektif terör-terörizm konusunda ortaklaşa hareket eden terör örgütleri ve bunlara her türlü desteğini esirgemeyen küresel aktörler ve ülkemizdeki işbirlikçilerini de eklemek gerekmektedir. Başta Fethullahçı Terör Örgütü ve kriptoları olmak üzere, siyasi alan ve faaliyetlerini aşama aşama yükselttiğini gözlemlediğimiz Fener Rum Kilisesi, siyasal dinci klikler, etnik bölücü gruplar ve her türden farklı fon alan sayısız klik; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal egemenliği ve tam bağımsızlığına karşı birleşmiş olmalarını da unutmamak gerekmektedir.